Tastamam eksik!

10 Ekim 2010 Pazar

Can Atilla röportajı 2

Dünyanın, Türk sanatından haberi yok

FATİH VURAL


Böyle kapsamlı bir albüm ne kadar sürdü?
2 buçuk yıl, 4 bin 700 saat sürdü.

Bu albümde eski şarkılar da var…
Var; ama onların hepsi yeniden elden geçti. Soloların hepsi yeniden çalındı.

Altınçağ albümü, bana İstanbul’un farklı tarihi dönemlerde yaşadığı altın çağları çağrıştırdı… Ceneviz, Bizans, Osmanlı…
Olay o yani. İstanbul’u anlamak için sadece Osmanlı dönemini hissetmek çok yetersiz. Onun için bunun başlangıç noktasına Cenevizlilerden, Bizantien zamanlardan başlamak ve günümüze kadar gelebilirsek, İstanbul’u anlatabiliriz diye düşündüm. Şu anda gördüğünüz Galata Kulesi, Ayasofya, Aya İrini; İstanbul’un mihenk taşları. Bütün bunları anlatan bir albüm olsun istedim. Bu sefer şehrin ruhunu anlatayım istedim.

İnsandan, kahramanlardan mekana, şehre kaymak sizin için zor oldu mu sizin için?
Mesela Galata Kulesi’ne nasıl bir şarkı yapayım diye çok düşündüm. En sonunda; kuleyi yaşlı, ermiş, bilge bir ruhla şehre bakan bir insan olarak anlattım. Kendi hayatını anlatıyormuşçasına… Orada çıkan yangınları, müneccim ve gözlem kulesi olarak kullanılmasını.. Mesela Galata Kulesi’nin ‘yığma taş’ tekniğiyle yapılması çok ilginç. Piramitlerin aynısı. Mesela Ayasofya’yı ben ‘Aziz Sophia’ olarak bilirdim, bilgelik anlamında. Ortodokslukta, Tanrı’nın üç özelliği var. Bilgelik, üçüncü özelliği. Bu özelliği çağrıştırması için orada Sophia ismi kullanılıyor. ‘Bilgelik Kilisesi’ gibi… Ayasofya, ‘kutsal bilgelik’ manasına geliyor.

Mekan öne çıkıyor desek de; kişileri de unutmayalım bu albümde…Justinyen mesela..
Justinyen olmasaydı, bugün ne Ayasofya’yı ne de Aya İrini’yi gördüğümüz gibi görebilecektik. Çünkü ikisinin bugüne ulaşması için ciddi onarımları yapan 2. Justinyen’dir. 1. Justinyen de mabet olarak yapımını üstleniyor…

2. Justinyen’in Fatih’le benzer yönlerini fark ettim. 2. Justinyen dönemi, Bizans’ta vakıfların, kiliselerin en yoğun biçimde yapıldığı dönem… İstanbul’un fethinden sonra Fatih de benzer bir yola başvuruyor. Hatta bazı kiliseleri, kendi parasıyla satın alarak, kendi vakfiyesine geçiriyor ve camiye dönüştürüyor… Hatta ‘Bunu Allah rızası dışında kullanacak olanlara da hakkım helal değildir’ diyor.
Tabii. Bizantien araziyi hastanelerle, kiliselerle, vakıflarla, güçsüzler yurtlarıyla donatan 2. Justinyen aslında. Fatih’e olan düşüncelerimi de biliyorsunuz… Ben, Osmanlı padişahlarını, ‘Fatih ve diğerleri’ diye ayırıyorum. Ama bu, İstanbul’u fethetmesinden kaynaklanmıyor.

Neden kaynaklanıyor?
Dünya vatandaşı kimliğinden… Bir Hıristiyanlık ve İsevilik gibi konularda bile tahmin ettiğimizin çok ötesinde bilgilere sahipti, Fatih. Musevilik hakkında da… Bu dinlerin temsilcileriyle hararetli tartışmalara girecek kadar bilgisi vardı. Sadece İslamiyetle ilgili değil.

Üvey annesi denilen Mara Despina’nın da bunda etkisi var mı?
Kesinlikle. Aslında babadan daha çok… 2. Murat kusursuz bir padişah. Fatih’in ‘analığım’ dediği ve öz annesi gibi gördüğü Mara Despina, sultan olup da, valide sultan olarak anılıp da, Müslüman olmayan tek insan. Mara Despina, 2. Murat’a “Lütfen bana baskı yapma.” der; ama o öldükten sonra da hayata küsmüştür. Fatih yaşarken, Bizans İmparatoru, ondan Mara Despina’yı istiyor… Ama Mara Despina inanılmaz bir bunalımdadır ve çeker gider Yunanistan’a, hayata küserken… Ben Fatih’i, yaşadığımız İstanbul’un sıfır noktasını başlatan insan olarak görüyorum. Her şey onunla başladı… Fatih’in yeni İstanbul’a, Anadolu’nun birçok yerinden, çok güvendiği aileleri getirttiğini biliyor musunuz? Şehir kültürünü aşılamak için. Askerlerin tek tek ailelerini araştırır ve bu şehre gelecek nitelikte olanları, komutanlarına seçtirir. Üstelik bu da gizli yapılır. Seçtiğin insanların İstanbul’da yaşamasını uygun görür. Çünkü bu soylu şehre uyum sağlayacak ruhların da soylu olmasını ister.

Bu süreçte çok iyi okumalar yaptığınızı tahmin ediyorum; ki sizinkisi bir nevi ‘müzikli anlatı’. Bu anlamda da Türkiye’de teksiniz.
Teşekkür ederim; çünkü müziği sadece bir sanat olarak görmüyorum. Ona bir misyon yüklenmesi taraftarıyım. Ama bu misyon politika olmamalı. Daha insani, daha ölümsüz ve ulvi olmalı. Dün Zeytinburnu’nda insanlardan “Sizin müziğinizde biz kendimizi keşfediyoruz”u duymak, müthiş bir şey. Cumhuriyetten döneminden beri bilinçsizce yönetilen sanat politikalarının yapmakla yükümlüğü olduğu da buydu.

Müziğinizin anlaşılabildiğini düşünüyor musunuz?
Anlaşılıyor. Yalnız çok sabretmek, inanmak ve ülkenizin insanını sevmek gerekiyor. Dünya paraya saygı duymaz. Saygı duysalardı, bugün Araplara saygı duyarlardı. Dünya tarihe ve sanata saygı duyar. Bugün Avrupa’nın en büyük kozları, dinleri ve sanatlarıdır. 600-700 yıllık resim, 450 yıllık opera-müzik sanatları var. Tiyatro, Antik Yunan’a gidiyor zaten. Onun için bizim keşfedilmemiş şeyler yapmamız lazım.

İstanbul’un Altınçağ’larında en çok kimlerden ve nelerden etkilendiniz?
Hepsinin isimlerini parçalar verdim. Ceneviz, Bizans ve 1500’lerin sonuna kadar giden Osmanlı dönemi… Çünkü eski tarih daha gizemli geliyor bana. Bir şeyin fotoğrafı olduğu zaman size hayal gücüyle ilgili bir şey katmıyor. Sanat hâlbuki hayal gücüyle başlar.

Fatih’le nasıl tanıştınız?
1453 albümünde oldu. Gerçekten iyi bir araştırma yaptığıma inanıyorum. 2005’te ‘Cariyeler ve Geceler’ albümü çıktığında, haremle ilgili 2 kitap vardı yalnızca. Şimdi 25 tane kitap var. 1453’ü yaptığımda, İstanbul’un fethiyle ilgili 6 kitap bulabildim. Şimdi 40 tane kitap var. Aşk-ı Hürrem albümünden önce Hürrem’le ilgili 3 roman vardı. Şimdi 12 tane roman var. İşte bu benim ‘sanatın genişliği’ tezimi doğruluyor. Müzik, resim, edebiyat, tiyatro; kendinden bağımsız sanat dallarını teşvik etmedikleri sürece kısırlaşıyorlar.

Daha holistik, daha bütüncül bakmaları gerekiyor. Çünkü konuları, hayat…
Aynen öyle. Geçmiş dediğiniz şey, sizsiniz. Hepimiz geçmişin içinde yaşıyoruz. Kısacık hayatlarımız da, İstanbul’un bir parçası değil mi?

Bu albümde, neredeyse her şarkı ikiye bölünmüş. Ortasına kadar belli formda akıyor. Ortadan sonra  enstrümantal anlamda bambaşka bir forma bürünüyor. Geçişler de çok dikkat çekici. Şarkı başkalaşıyor, kendi evrimini tamamlıyor.
Enteresan… Ama hepsinde öyle olmalı. Müzikte duyduğunuz hiçbir şey, düz bir sinüs dalgası gibi gitmemeli. Bir kompozisyonu olmalı. İnişler, çıkışlar, gölgeler, ışıklar, desenler… Her müzikte bir karanlık olmalı.

Sizin müziklerinizin dikkat çekici bir uzamı var. O uzama da zamansallıklar yüklenmiş.
Neyi anlatacağımı bilmeden, asla bir parçaya başlamam. ‘Beni nereye götürürse…’ deyip de, güzel yerlere de varabilirsiniz. Ama bu benim tarzım değil. Ben yaptığıma albüm demiyorum, o yüzden proje diyorum…

17 şarkıyı dikkatlice dinledim. Peçenin Ardındaki Gözler mesela… Davullarla başlıyor, arabesk bir sounda kayıyor, sonra elektronik bir sound geliyor. O kadar melez ve ‘uniq’ bir yapı var ki.Padişah Dansı’nda mesela, gazelin ardından elektro gitar geliyor…
Padişah Dansı için, ileride insanların dinlemeye doyamadığı bir parça olabileceğini söyleyebilirim. Padişahın salona girdiği anda öyle bir azameti vardır ki! Mesela kızıl kaftan… Fatih’in resimlerine bakıyordum; Yeniçerilerin anılarını okuduğumda, o kızıl kaftanıyla, Bizanslılar nefret ettikleri halde bile Fatih’ten çok etkilenmişler mesela… O isim bana bir anda o parçayı (Kızıl Kaftan) çağrıştırdı.

1453 albümünde Fatih’in aşkını anlatan nefis bir şarkı vardı. Burada da Son Mektup var. Fatih’in gönül dünyasına dair neler keşfettiniz?
Fatih özel hayatının konuşulmasına müsaade etmeyen bir insan. Fatih’in haremle ilişkisine dair bilgi bulamazsınız. Mesela özellikle 3. Murat’a dair çok şey bulabilirsiniz…

Fatih için ‘sır’ kavramı çok önemli ve onu taşımak… Hatta “Beynimden geçeni, sakalımın bildiğini anlasam, hiç tereddüt etmem, onu koparırım” dediği rivayet edilir…
Aynen öyle. Bizans’ın saraya gönderdiği bir sürü casus var. Eğer o ketumiyet olmasaydı, Fatih iyi bir siyaset adamı olarak da, imparatorluğun o süreçte yaşaması muhtemel krizleri aşamayabilirdi. Bu azameti Şahi Topu parçasında da anlattım. Burada vereceğim konserde de daha iyi bir anlatım için büyük Kodo davulları yaptırıyorum şimdi, Şaman davulları. Bunları ben çalıyorum. Kraliçe Elizabeth’in onuruna verdiğim konserdeki gibi bir açılış yapacağım. 1 metre çapında özel Şaman davulları yaptırdım. Önde değil, çok kalın ve derinden gelen bir ses.

Şaman davullarının en önemli özelliği de, mutlaka kendine kendine ölmüş bir ağaçtan yapılıyor olması… Kraliçe Elizabeth’e verdiğiniz konserin nasıl bir geri dönüşü oldu?
Müzikten etkilendiğini söyledi. Özellikle eşiyle çok konuştuk. Müzik hakkında bilgi aldı. “Ben sizi müziğinizde, bizim dünyamızdan tınılar da duydum; ama bilmediğim bir dünyadan daha çok tınılar duydum ve çok etkilendim.” dedi. Davet de aldık; ama iş bakanlıklar düzeyinde yazışmalara kalınca, işler yürümüyor.

Bu albüme Vivaldi nereden çıkageldi?
Keman benim müziğim için çok önemli. Kemanda, gerçek anlamda dünyanın en büyük bestecisi Vivaldi. 447 konçerto yazdı, 300 küsuru keman için. Konservatuar eğitiminde çaldırılarak ilk öğretilen besteci Vivaldi’dir. Bir de aklıma ‘Vivaldi İstanbul sokaklarında dolaşsa ne hissederdi acaba?’ fikri geldi. Bu tamamen bir hayal.

Yaşadığı dönemde (17. yüzyıl), İstanbul’a gelseydi?
Çok etkilenirdi. Çünkü Vivaldi çok büyük bir bestecidir. Bach bile Vivaldi’den etkilenmiştir. Onun eserlerini başka enstrümanlara adapte etmiştir.

Klasik Türk müziğinin dünyaya yeterince anlatılabildiğini düşünüyor musunuz?
Türk sanatından, dünyanın bir haberi olmadığını iddia ediyorum. Sık sık Berlin’e gidiyorum. Orada çok büyük bir müzik market var. 10 gün önceki gözlemim, dünya müzikleriyle ilgili bizim sanatımızı, müziğimizi bilmiyorlar. Ama bilmemeleri çok normal. Çünkü Türkiye’de tamamen ticari bazlı müzik yapıyorlar. Şöyle bir içgüdü var: müzik, paraya dönüşmeli. Bu da tamamen, iç pazara yönelik müzikler yapılmasına sebep oluyor. Ama bunun farkında değiller. Geçen hafta Brüksel Havaalanı’ndan telefon geldi, 1453 çalıyor diye.. Ki havaalanlarında müzik çalınmaz…

Oryantalist bir söyleme kaymaktan korkuyor musunuz?
Hayır. Neden, söyleyeyim. Sadece Batı dünyasına hayranlık duymuyorum ben. İnsan belirli bir yaşa gelince, kendi içine, köklerine dönüyor. En azından bende böyle. Benim en büyük avantajım, Batı müziği tahsili görmüş olmam. Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası sanatçısı olmam… Çünkü klasik batı müziği, bu işin matematiği. Onu bilmemiz lazım. Onu bilmeden, yaptığınız müziğin, dünyanın bir parçası olduğunu bekleyemezsiniz. Onun için dünya dinlemiyor. O dili bilmeniz şart. İyi bir İngilizce bilmeden, Shakespeare’i anlamazsınız ki! Biz 400-500 yıl dünya sanatının gerisindeyiz, bu bir gerçek. Bu işin matematiğini, tekniğini çözmüş olmamız lazım. Yaptıklarımızı, o bildiklerimizle birleştirince farklı ve etkileyici oluyor. Onun üzerine doğuyu koyunca bambaşka bir ortaya çıkıyor. Bizde tam tersini yapıyorlar. Doğu ve Türk müziğin bilip, üzerine gitar akorları ve caz armonileri ekleyerek bir şeyler yapmaya çalışıyorlar. Oluyor; ama farklı oluyor. Ya caz oluyor, ya deneysel oluyor; ama melodisi olmuyor. Ben oryantalizmi seviyorum; ama arabeski sevmiyorum. Arap müziğini seviyorum. Bana sorsanız, klasik batı müziğinin karşısında duracak müziklerin başında Arap müziği gelir. Çünkü bir taraftaki maneviyat ve matematiğin karşısındaki derinlik, Arap müziğinde çok güçlü. Maria Callas’ı hep örnek gösterirler. Bende Callas’ın her şeyi var. Ama ben Maria Callas kadar, Ümmü Gülsüm’ü de seviyorum. Ümmü Gülsüm’ü bilmiyoruz ki! Klasik Batı Müziğiyle uğraşan tanıdıklarıma bunu söyleyince ‘Nasıl olur?’ diyorlar. Ümmü Gülsüm’ü kaç kere dinledin, ne yaptığının farkına vardın mı? O da cehaletin başka bir versiyonu.








Hiç yorum yok:

Yorum Gönder