Tastamam eksik!

10 Ekim 2010 Pazar

Aynur röportajı

Müziği politikadan arındırmak bana daha kutsal geliyor

FATİH VURAL


2004 ve 2005’te Kalan’dan çıkan albümlerinizle, Kürtçe müziğe yepyeni bir soluk getirdiniz. Ancak Aynur’u kitlelere en fazla tanıtanın Fatih Akın’ın Crossing The Bridge (Köprüyü Geçmek) belgeseli olduğu tezi doğru mudur?
İki albümden bugüne aradan 6 yıl geçti ve müzik piyasasında çok şey değişti. Albümlerin fiziki satışları düştü, internete kayış başladı. Alternatif müzik, geleneksel halk müziği için özellikle daha zor bir süreç başladı. Pop müzikteki sponsor kavramı, bizim müziğimizde neredeyse hiç olmadığı için şartlar çok daha zorlaştı. Ben, Gönül Yarası filmiyle önyargıyı kırdım.

Nasıl bir önyargı bu?
Ben kendimi bildim bileli, Kürtçeye karşı bir önyargı var. Kürt problemi, farklılıklar problemi yaşanan gerçekler. Bir sürü olay oluyor ve hassasiyet yaratıyor. Kürtçe albüm yapınca zaten politik bir duruma düşüyorsun. İlk kez bir sinema filminde baştan sona Kürtçe bir parçanın yayınlanması, bir önyargıyı kırdı.

Müziğinizin kabullenilmesinde Fatih Akın, Yavuz Turgul, Şener Şen gibi figürlerin olması da etkili olmuş mudur?
Tabii ki. Onların ve sürecin çok ciddi bir etkisi vardır. AB sürecinde tabular kırılıyor. Kürt olduğunu çok rahat söyleyebiliyorsun. Bunu müziğe döküp arenalara taşıyabiliyorsun. Hatta sürece, senin yaptığın müziğin ve samimiyetinin de etkisi vardır.

Bana fazla ‘seçici’ geliyorsunuz. Çok nitelikli projelerde yer alıyorsunuz ve fazla da göz önünde değilsiniz. Bu albümde, bir şarkı dışında (Türkçe), şarkıların Kürtçe asılları dışında, İngilizce açıklamalarına yer vermeniz de bu fikrimi pekiştirdi…
Ben her şeyi müzik üzerinden götürmek istiyorum. Mesela iki albüm yaptım. Klip çekmedim. Çekmek de istemedim.

Neden istemediniz?
Tercih meselesidir. Çok fazla tanınmış bir yüz olmak beni geriyor. Yapmak istediğimden kopmak istemiyorum. Yüzümün bir kerameti yoktur, yaptığım işin bir kerametinin olması gerekir. 

Bu düşüncenin sizi mitik bir hale getirmeye başladığının da farkında mısınız?
Olabilir (gülüyor). Albümde Türkçe açıklamama olmamasına gelince… Bu parçaları Türkçeye çevirdiğimizde hiçbir anlam ifade etmiyor. İngilizceye daha yakın, çünkü gramer olarak aynı dil grubu içindeler. İngilizceye çevirmek çok daha kolay. Amacımız bunu dünyaya da duyurmak. Mesela Rewend’i Türkçe’ye çevirdim, hiçbir karşılığı olmuyor. Ona kafa yormak lazım. Bir edebiyatçının çevirmesi lazım. Türkçe çevirileri web sayfamıza da koyduk; ama beni tatmin etmedi. Çok ciddi bir anlam kaybı oluyor.

Aynur, yeni bir albüm için neden 6 yıl bekledi?
Dersim’den buraya gelirken Arif Sağ Bağlama Merkezi’ne gittim. Ama bir bilinç yoktu,  gideceğim yola dair… O süreçte Metin Kemal Kahraman, Lütfi Gültekin ve Grup Yorum’la ortak çalışmalarım da olmuştu. Konserlerde hep Kürtçe okuyordum. Bir bakış açınız yok, dönem nasıl gidiyorsa sen de ona ayak uyduruyorsun. O albümlerde, şirketlerin de dayatmalarıyla Türkçe okuyordum. Oysa Kürtçe söylemeyi içselleştiriyordum. Mesela İngiltere’de Kürtçe söylediğimde çok daha güzel tepkiler alıyordum. Çünkü ben orada ‘ben’ oluyordum. Bunu fark ettim.

Bu fark ediş ne zamana rastlıyor?
İki bine doğru… Kendime olan güvenimi de kazandım. Bunu kazanınca bütün dillerde de güzel söylüyorsun. Türkçede de… Bunu fark edince de dilin hiçbir önemi kalmıyor. İkisi de benim için aynı hissiyatta.

Kürtçe şarkılara yönelik önyargılarda, o eserin sahipleri ya da yorumcuları da çok etkiliydi. Şarkıya değil, daha çok söyleyene ya da yazılana bakıldı. Siz ise Kürtçenin daha apolitik yanını temsil ediyorsunuz…
Ben müziğimi her şeyden arındırmak istiyorum. Zaten başlı başına politik bir durum söz konusu. Bunun dışında ayrıca politik olmanın bir anlamı yok. Bana çok doğru gelen bir şey de değil. Politika başka bir şeydir. Mümkün mertebe çok daha saf, sanatsal bir şey olmalı. Bundan 10 yıl önce halk müziği söylemek, saz çalmak politik bir durumdu. Bunun dışına çıkmak istedim. Çünkü müzik bu değil. Bütün parçaların yaşanmış bir gerçekliği var. Bunları hissederek söylemek, politik süreçlerden arındırarak, bağımsız sunmak bana daha kutsal geldi. Dolayısıyla, evet ben uzak durdum.

Bu yönüyle, özellikle Kürt meslektaşlarınızdan eleştiri aldınız mı?
Tabii ki, kaçınılmaz! Politik olmayan sanki Kürtçe müzik yapamaz… Bunlara çok girmek istemiyorum.

Bunlar umudunuzu kırdı mı?
Yok, ben kendimi hiçbir şekilde… Çünkü kendi yaptığım şeye inanıyorum. O inanç güçlü olduktan sonra sorun olmuyor.

Şarkılarınızın İngilizce yazılması gibi, Kalan’dan Sony’e geçmeniz de bir vizyon değişikliğini çağrıştırıyor…
Gittiğimiz konserlerin büyük bölümünde yabancılara hitap ediyoruz. Türk ya da Kürt kesimine çok gitmiyoruz. Biraz müzik yapmak istiyoruz sahnede. Çünkü çok daha önyargısız dinleniyorsun. Kimliğin çok enterese etmiyor onları. Ve de layığıyla dinleniyorsun. O sahnede özgür hissediyorsun kendini. Daha samimi söyleyebiliyorum.

Doğuda kaç konser verdiniz bugüne kadar?
Çok vermedim, birkaç festivale katıldım.

Kürt halkının size dönük bakış açısı ne?
Kürt halkı seviyor beni. Gelen maillerden, gittiğimiz konserlerden, başka bir yere koyduklarını görüyorsun.

Müziğinize nasıl ulaşıyorlar?
Beş yıl öncesine kadar yaptığım albümlerde kaset dönemi de etkiliydi. O ortamda korsan çok sattı. Orada güçlü olan dağıtımcılar, şirketlerden aldığım bilgiye göre, daha çok korsan dağıtıyorlar. Keçe Kürdan albümü döneminde 3-4 tane depo basılmıştı. Bölgede orijinal CD satamıyorsun, çünkü fiyat çok yüksek. Korsan da olsa bana ulaşıyorlar. Bu, beni çok rahatsız etmiyor. Eğer gerçekten güçleri yetmiyorsa, iki lira verip korsan almaları benim için problem değil. 

Kürtlere yönelik bakış açısı değişiyor. Birlikte yaşama düşüncesinin çok daha piştiği bir dönemdeyiz…
Pişmeye yakın aslında. Çünkü tam pişmeye yakın olduğu zaman dalgalanmalar başlıyor. Bir yara iyileşmeye başladığı zaman daha çok kaşınır. Biraz öyle bir süreç. Artık iyileşme döneminin gelmesi gerekiyor. Fakat yaranın nasıl iyileşeceği konusunda bir fikir yok. Halk noktasında ‘Sürecin önünü kapatalım’ gibi bir şey söz konusu değil. Türk, Kürt fark etmiyor, Alevi’si de, Ermeni’si de bu topraklarda bir eziyet çekiyor. Yaşadıklarımız etnik sorunlardan kaynaklanıyor. 34 yaşındayım, halen çocuk katilleri, işkenceler, cezaevleri konuşuluyor. İnsanlar da artık bunları konuşmaktan bıktı. Acılarını dillendirmekten herkes yoruldu. Çünkü dünya bambaşka bir yöne giriyor. Biz hala kendi içimizde mücadele veriyoruz. Ben yoruldum. Kendi kimliklerimizde çok hassas olmuşuz. Bireysel olarak kendimizle buluşamamışız. Ortam nereye gidiyorsa oraya yöneliyoruz. Kendimize olan inancımız da yitiyor.

Kaç yaşında Dersim’den ayrıldınız?
Sanırım 16-17 yaşlarındaydım.

Orada müzikle ilişkiniz nasıldı?
Hep seviyordum. Ama bağlama çalamıyordum mesela. Bağlama, Aleviliğin bir nevi kitabıdır. Evlerde baş köşelerde asılıydı ve çocuklar dokunamazdı. Söyleyecek sözü olan çalardı. Ben kimin evinde görsem, dokunup kaçardım.

Evinizde var mıydı?
O zaman evimizde yaşı büyük olanlar olmadığı için yoktu. Amcamlarda vardı mesela.

Türkçe’yi biliyor muydunuz o sırada?
Türkçe’yi 7 yaşından sonra öğrendim.

İstanbul’a niçin geldiniz?
92-93 gibi geldik. 90’lı yıllardaki kaos, savaş nedeniyle bir sürü köy göçe zorlandı. Zorlanmayanlar da kaçmak zorunda kaldı. Bizim köyde de (Çemişgezek-Doğan Köyü) bayağı olaylar olduğu için biz de göçmek zorunda kaldık. Zaten babam hep gelirdi İstanbul’a.

İstanbul’a geldikten sonra hayatınız nasıl bir seyir izledi?
Elazığ’da okuyordum ben, metropolle bir bağ kurmuştum. Çünkü ortaokulla birlikte, lise ikiye kadar Elazığ’da kalıyordum, kardeşlerimle ev tutmuştuk. İstanbul’a geldiğimizde de çok büyük zorluk çekmedik. Adaptasyon sorunu bir, iki yılda aşıldı. Ondan sonra Arif Sağ bağlama kursuna gittim. Gidene kadar da bağlamayı elime almamıştım. İlk iki, üç ay solfej eğitiminden dolayı bağlamayı elinize vermezler. Ben gizli gizli elime alıyordum. Bağlamaya geçtiğimizde hocam ‘Sen nereden öğrendin çalmayı, gizli gizli kurs mu alıyorsun?’ demişti. O dönem şarkı söylemeyi öğrenmeye çalışan birisiydim. Kendi yaşadığım yerde daha çok Kürtçe klamlar, lorikler, ağıtlar; kendi dilimde çok şarkı söylerdim. Televizyon geldikten sonra Türkçe parçalar öğrenmeye başladım. Buraya geldiğimde Arif Sağ Müzik Merkezi’nde TRT’nin halk müziği repertuarını öğrenmeye başladım. Kürtçe hep vardı. Bedelini ödeyen bir sürü sanatçı vardı; ama ben onun bilincinde değildim. Keçe Kürdan’a kadar yaptığım hiçbir şeyden memnun değildim. Çünkü kendimi ifade etmediğimi fark ediyordum. Kendi ana dilimde yapmaya başladığım an, nefes almaya başladım.

Kürtçe okumanın size bedel ödetebileceğinizi nasıl öğrendiniz?
Öncesinden bunu biliyordum zaten. Bu bedeller beni ilgilendirmiyordu., önemli olan istediğimi yapabilmemdi. Bir albüm, kalbini ikna ediyor mu? Ediyorsa, isterse hiç satmasın. Benim rahat olmam lazım. Kendi dilinde söylediğiniz zaman kalbine soğuk su döküyorsun sanki. Rahatladığın zaman, olay artık dili de, kimliği de aşıyor. Başka bir yöne gidiyor. Çünkü ben müziğe hayatı, bir evreni yükleyebiliyorum.

Alevi olmak, Kürt olmak ve Dersimli olmak…
Bir de kadın olmak… Müzisyen olmak…

Ağır bir yük mü?
Evet; ama çok güzel. Bir sürü zenginlik yaşıyorsun. Bunu seni besleyen bir şeydir de. Bütün o kimlikleri bilmek… Bir de Türkiye’de olmak… Bir müzisyen için bir hazinedir. Bu ağırlığın bir bedeli vardır. Ben Dersim’de doğup büyüdüm. Orada belli bir süreye kadar herkes iç içe yaşamış. Özellikle de 38 sürecinden sonra bir dağılma yaşanmış. İnsanlardaki bellekler dağılmıştır. Sürgün yaşayan bir halk, kopukluk yaşamıştır. 1938 öncesindeki Dersim’den çok az klamlar, deyişler aktarılabilmiştir. 38 sonrası hepsi acı…

O arada ne oluyor?
Belki de bunu taşıyanlar katledildi. Bunları taşıyan özeldir. Mesela bir Mahmut Baran vardır, 1938 sonrası gelen birisi… Birçok şeyi taşımıştır. Ama bunun gibi sayabileceğiniz çok kişi yok. Ya sürgüne gitmiştir, ya katledilmiştir. Biz de yaşlılardan duyuyoruz: ‘Şöyle şöyle biri vardı. Herkes önünde secdeye varırdı.’ Taşıyabilecek misyonlar yok oldu. O topraklarda hep acı, sürgün, baskın olmuş. Dolayısıyla klamların çoğunda acı var.

Dersim’in müziğindeki bu acı yaşıyor mu hâlâ?
O süreç, özellikle Dersim’de babalarımızın yaşına kadar o devam ediyor. Bizdeki jenerasyonda, herkes başka bir dünyadan besleniyor.

Özlüyor musunuz Dersim’i?
Çok özlüyorum. Buradaki dünya cazip geliyor; ama zaman geçtikçe Dersim’i çok özlüyorum. Çünkü orada çok kendine dönüyorsun. Kendi içindeki her şeyle buluşabilme şansı var. Doğayla iç içe yaşayan herkesin bu şansı var. Keşke her şeyim orada şekillenseydi. Oradaki rüzgarın sesini, burada da duyabilseydim. Burada kendine dönmek çok zor oluyor.

İstanbul’da ‘kendinize dönmeyi’ nasıl beceriyorsunuz?
Mümkün mertebe kendimi arındırıyorum. Çok fazla, beni yoran ortamlarda olmak, beni yoran ilişkiler kurmak istiyorum. Kendim gibi daha içe dönük, mütevazi bakmayı beceren insanlarla olmak istiyorum.

Türkiye’de resmi tarih gibi ‘resmi müzik’ olduğuna inanıyor musunuz?
Zor bir soru sordun. Bilemiyorum. Bir kalıp konuldu. TRT’de de bunu görüyorsunuz. Şu anda belki kırılmış olabilir. Ama 40’lı yıllardan 80’lerin sonuna kadar müzikte de statüko vardı. Şimdi çok algılayamıyorum.

Gidiyor musunuz Dersim’e?
Dersim’e her sene yazın gidiyorum. Çok fazla kalamıyorum ama. 10 gün ancak kalabiliyorum. Dersim de çok eskisi gibi gelmiyor bana. Orası ad değişiyor.

Yeni albümünüzün ismi Rewend yani göçebe. Şarkılarınızı bilen bir insan ruhunuzda göçebeliğin olduğunu fark edebiliyor…
Bu benim yaptığım bir parça. Burada illa bir mekandan bir mekana göçü anlatmıyorum. Ruhsal bir göç… Geçen İtalya’da Bari yakınlarında Ostini şehrine gittim. Mardin havası… Mesela oradaki dinleyici, şehrin dokusu, bu sadece bir örnek… Orada kendinde bir şey bırakıp geliyorsun ve o, orada hep kalıyor. Oradan da bir geçişin oluyor. İnsan, kendi yaşadığı mekandan bir kere çıktı mı artık ruhsal göçebedir. Artık her yer, senin oluyor. Her yerde bir parça bırakıyorsun, o yerden bir parça alıyorsun içine. Bu parça da biraz onu anlatıyor.

Klipi Fatih Akın’ın çekmesini siz mi istediniz?
Evet. Fatih’le Crossing Bridge’te bir araya gelmiştik. Çok sevdiğim, değer verdiğim bir insan. Mütevazı, kendi halinde…

Şimdi neden klip çekmeyi düşündünüz?
Maksat, klip değil aslında. Sosyal sorumluluk projesi. Hasankeyf’i kurtarmak için ona destek anlamında. Bir arkadaşımın önerisi üzerine oldu. Fatih’e söyleyince, ‘Çok isterim’ dedi. Klip çekilecekse, bir anlamı olsun istedim. Parçaları dinledi. Biz Rewend’i seçmişken, kendisi de ‘Ben bu parçayı Hasankeyf’te çekmek istiyorum’ dedi. Aklımızdan geçeni okudu. Biz donduk kaldık. Aynı şeyi hissetmişiz. O şekilde çıktı.

Klipte sürekli yürüyorsunuz. İsmiyle müsemma bir göçebe gibi…
En sonda da bir mezarlık var, biliyorsunuz. Orada göç başlıyor.

Öyleyse o yürüyüş, hayatı sembolize ediyor…
Hep gideceğiz, durmuyoruz aslında. Fatih’e de bunu aktardım. O da aynı şekilde, ‘Benim çok katacağım bir şey yok, siz bitirmişsiniz’ dedi.

Bu albümde sıkça kullandığınız kavramlardan biri de ‘nefes’…
Varlığımızın bir göstergesi, sembolü de odur.

Nefes, ses, söz ve kelam… Aynur, bu akışın neresinde?
Aslında her yerinde.

Albümdeki her şarkı, neredeyse bir hikaye üzerine kurulu. Dinlediğimde bir Doğu masalı dinliyor gibi hissettim…
Size bir şey söyleyeyim mi? Bu albümün ismini Doğu Masalı diye düşünmüştük, en başta. Böyle hissettirdiyse, biz başarmışız demektir. Orada gerçekle, gerçek olmama arasında bir yerdesin. Bir fantezidir, bu. Karşındakine bunu ne kadar hissettirebiliyorsun? Rüya isimli parçada, bir rüyayı anlatıyor. O rüyadan kalkınca ‘Niye kalktım ki?’ diye soruyor, gerçek rüyaya dönerken. Mesela o parçayı bambaşka da yapabilirdik. Ben Soranice (Kürtçenin bir kolu) bilen birisi değilim. Bu parçayı dinlediğimde, az çok anlıyorum; ama çok yoğunlaşmam gerek. Soranice, Kuzey Irak’ta konuşulan, zor bir dil. Bu parçayı dinlediğimde, sözlerini anlamamama rağmen ‘Bu bir rüyadır’ demiştim. Sonra şarkının sahibini aradım, ‘Ben bu parçadan bunu anladım, sahiden böyle mi yazdınız’ dedim. ‘Gerçekten de bunları anlattım ve hissettim’ dedi. Bu parçayı düzenlemek de olmazdı. Arp çalan bir kadınla yapmam ve meleksi bir hava katmam lazım, dedim. Tara Caf isminde Londra’da yaşayan, 50 yaşlarında, Halepçe Katliamı’nda oraya göçmüş bir sanatçıyla çalıştım. Kendisi de Sorani kökenli olduğu için çok uydu.

‘Koçere de (Göçer Kızı) özellikle ‘nefes’ vurgusu dikkat çekici…
Koçere, geleneksel bir Kürt parçası. Botan bölgesine ait. Daha önce Şiwan da okumuştu. Kaçamak ama çok tatlı bir aşk yaşanıyor, burada. Buna ufak ufak; ama güçlü şeyler vermek lazım diye düşündüm.

Teatral biçimde kurguluyorsunuz öyleyse her parçayı…
Yaşıyorum. Bu şarkıları yaşamak istiyorum. O göçer kız ile ovalı çocuğun aşkını ben de yaşamak istiyorum. Yoksa olmuyor, karşılığını bulamıyor bende. O zaman başka bir renk geliyor.

İyi bir hayal gücünüz var o halde?
Biraz var (gülüyor).

Albümün tek Türkçe türküsü, Yaranmaz Aşık.
Benim çok sevdiğim, yıllar önce kanserden ölen Abuzer Karakoç’tan dinlediğim ve çok sevdiğim bir türküydü. Türkçe türküler söyleyip, beğendiğim nadir insanlardan birisi. Hep okumak istiyordum, bu parçayı. İlle de ikili bir durumdan bahsetmiyoruz. Aşk, dostta da, kardeşte de, bir yol paylaştığın kimsede de vardır. Yalnızca sevgilide yoktur. ‘Yarim geçti, üzgün gördüm yüzünü, yoksa bir hoyratın eli mi değdi’ diyor ya; aşk temiz ve saf değilse, karşıdakini yaralayabiliyor. Tek Türkçe türkü olması, özellikle yaptığımız bir şey değil. Türkçeyi seviyorum; ama benim yapmak istediğim şey sadece Türkçe olmalı.

Beriwane ve Dawzere doğaçlamalarının nasıl bir anlamı var?
Beriwane’nin doğaçlamısnda kullandığımız duduk, Kürtlerin Erivan Radyosu’ndaki dengbj kayıtlarında kullanan duduk. 75-80 yaşlarındaki Egide Cimo çalıyor. Onun adına Diyarbakır’da konser vermiştik. Bu dengbeji yaşatmamız gerekiyordu, çünkü yaş itibarıyla çalabilecek durumda değildi. O Erivan’ın Kürdili duygusunu vermemiz çok önemliydi. Sözler Kürçe; ama müziğin Kürdilikle bir alakası yok. Dawzare, geleneksel bir Dersim şarkısı. Halay… Büyük ihtimalle Çemişgezek’e ait… Belki Ermeni, Dersim karışık, bir parça. En sonda Dersimlilerin geleneksel oyunu Karaçol’un (klarnet ve davulla çalınıp oynanır) yaşadığını anımsatmak istedim.

            Bu albümün en çarpıcı olduğunu düşündüğüm parçası ise ‘Şın ü Şaye’… Müzikal anlamda albümün metafizik anlamda kanatlanan şarkısı gibi geldi bana…
            Müzikal olarak benim de en çok hoşuma giden parçalardan birisi. Şın ü Şaye, ‘Düğün ve Yas’ anlamına geliyor. Halen Urfa Suruç’ta olan bir olay… Bir ailenin iki oğlu var, evli olan oğul ölünce, diğer oğlanı gelinle evlendirirler. O yas anında gelinliği dolaştırıp ‘Bu gelini kimes sahiplenmesin, biz onu oğlumuza veriyoruz’ diye ilan edilir. Bunu duyunca, ‘Nasıl yani?’ demiştim, kadının inisiyatifsizleştirilmesi anlamında. Suruçlu bir arkadaşımız bu olayı anlatırken, tüylerim diken diken olmuştu. Sonra hikayeyi anladıktan sonra, hatırlanabildiği sözlere yenileri ekleyip, müziğini kendimiz yaparak aktarmak istedik. Orada Kürtlerin aslında Zerdüşt inancını halen yaşadıklarını görüyorsun. ‘Zerdüşt pir geldi, bize yardım etsin’ diyor. Eski inanca dönüş de beni çok etkiledi.

            Galiba sizin için en duygusalı da Dersim parçası olan Ğezale… Nedir bu parçanın hikayesi?
            Yine bir sevda hikayesi. Birbirine kavuşamayanların öyküsü. Zazaca benim anadilim değil, yalnız. Benimki Kurmançi. Rewend’i Dersim Kurmançisi ile yazdım.

            Bütün bu öyküleri dinlerken yaşanır kılan, en çok da sesiniz galiba. Mercan Dede, Kudsi Erguner, Ömer Faruk Tekbilek, Tuluyhan Uğurlu gibi kendi ülkelerinde kıymeti pek bilinmeyen; ama yurtdışında da ‘Türkiyeli’ olarak anılan sanatçılar arasında sizi de sayabilir miyiz?
Ama hep öyle olmuştur. Peygamberler de kendi ülkelerinde peygamber sayılmamıştır. Bu herhalde bizim gibi ülkelerle ilgili. İçsel olarak oturmamışlıkla ilgili…. Biz bu süreci yaşadık. Ama ben bunla ilgilenmiyorum. Ben çok başka bir yerdeyim.

Başkalarıyla aynı yolda yürümek istemiyorsunuz…
Uğraştığım, gördüğüm gerçeklerle, o gerçeklerin bilincinde bir şeyler yapmaya çalışıyorum. Takılıp kalmıyorum, devam etmeye çalışıyorum.

Hakkıyla yaşıyorsunuz…
Zaman geçmesin, bu zaman bir daha gelmeyecek.

Hayata layık olmak…
Evet, bu dünyaya geldiysek, bir anlamı olsun. Bir şey yapıyorsak, onun bir manası olsun. Doğa, ben Kürtüm diye farklı yaklaşmıyor bana. Biz sınırları aşıyoruz. Bu güzelliklerden ne kadar alıp, kendimden bir şeyler sunacağım; bunlarla uğraşıyorum ben.


Johny Depp ile Montreal’de mi beraberdiniz?

Sırbistan’da Emir Kustirica’nın bir sanat köyürnde film ve müzik festivali yapılyordu. Beni de konsere davet etmişti. Johny Depp de workshop için oradaydı. Konseri dinledi ve çok beğendi. Hatta Fransa’da da yaşıyormuş kimi zaman, ‘Fransa yakınlarında konserin olursa bana mutlaka haber ver, gelip dinlemeyi çok isterim’ dedi. Birlikte belki bir şeyler de yapabiliriz. Ama sana ne yapabiliriz, bilmiyorum ki’ diye espri yapmıştı. Gerçekten çok mütevazı birisi… Ben de ‘Yapılacak bir şey bulunur’ demiştim (Gülüyor). Aynı şekilde Martin Scorsese ile Katie Richards da aynı şekilde beğenilerini ilettiler.




           

























Hiç yorum yok:

Yorum Gönder