Türkiye’de 11 yıldır devam eden ve adeta bir fenomene
dönüşen Kurtlar Vadisi dizisinin senaryo ekibinden, bugünlerde Adnan
Menderes’in hayatı üzerinden Demokrat Parti dönemini anlatan “Ben Onu Çok
Sevdim” dizisi için de kalem sallıyor. 17 Şubat 1959’daki uçak kazasından
yaralı kurtulan Adnan Menderes’in travmatik biçimde öldürüldüğünü savunan
Özdener, “Travmatik ve trajik ölümlerde, insanın belleğindeki kirlilik hemen
silinir. Tabii ki böyle bir ölümü, Menderes’e vermeyeceklerdi! Bunların
edebine, alçakça öldürmek yakışırdı, öyle de yaptılar!” diyor. Özdener’e göre
27 Mayıs’ın arkasında da İngilizler var!
Adnan
Menderes’i konu ettiğiniz “Ben Onu Çok Sevdim”, eski Türkiye’nin mi, yeni
Türkiye’nin mi dizisi?
“Ben Onu Çok Sevdim”, bir anlama çabası. Dünden ziyade,
bugünü anlamaya çalışıyoruz. Görüyoruz ki mazi, bugünün aynası. Bugün ‘birey’in
yaşadığı toplumsal krizlere baktığım zaman, hep aynı şeyi görüyorum.
Nedir
o?
İletişimsizlik! Önce kendi halinizi bilmiyorsunuz, sonra da
muhatabınızın halini. Halinizi aktaramıyorsunuz. Sonra korkunç bir çatışma, bir
sinir hastalığı doğuyor. Günlük telaş ve gündem, etrafınıza bakmaktan sizi
alıkoyuyor. Bunu, rahmetli Ömer Lütfi Mete Ağabey, “Mayınlı arazide yürümek.”
diye tanımlıyordu. Mayınlı arazide yürüyorsanız, önünüze bakmak zorundasınız. Elinizde
bir yol haritası olmalı. Ve daha önce oradan geçenlerin ayak izleriyle, mayınlı
araziden kurtulabilirsiniz. O yüzden 1950’lere bakmak zorundayız.
O
yılları anlatırken, bir anakronizm korkusu yaşıyor musunuz?
Bugünkü akılla, ya da nostaljiyle o döneme baktığınızda
çok kolay kandırılırsınız. Belki de senarist yüzeyselliğiyle bakmak gerekiyor.
Senarist, bilgi birikimi çok derin olmaması gereken; ama dinlemeyi, anlamayı ve
aktarmayı bilen biri olmalı. O yüzden senaristlerin toplumsal meselelere,
kendilerinden daha fazla ayıklanıp kafa yormaları gerekiyor.
Öyleyse
senaristin zihinsel bir sağaltım yapması gerekiyor. Siz nasıl yapıyorsunuz
bunu?
Ben kendimden kurtulduğum her anda bunu yapabilirim.
Annemin yanında çocuk, küçüklerimin yanında ağabey olduğumda, onlar gibi
olurum.
“Ben
Onu Çok Sevdim”de hangi toplumsal role soyunarak yaptınız bunu?
Bir gün bile ayrılık yaşamamış aile bireylerinizin, kendi
akrabalarıyla mazinin bir noktasını konuşamadıklarını görmek; dikkatinizi
çekiyor. Çünkü bir taraf bir partiden, diğer taraf bir partiden… Birbirlerini
kırmak istemiyorlar.
Birbirini
kırmamak için susmak, şimdi de devam ediyor mu?
En azından benim bulunduğum sofralarda… Ben, birbirini
tahkir ya da tahrik edecek masalarda bulunmamaya gayret ediyorum! Çünkü iki
tarafı da haklı ya da haksız olarak değerlendirmiyorum!
O
halde Gezi Olayları, sizin için iyi bir laboratuvar oldu…
Necati Bey (Şaşmaz), Ankara’ya Başbakan’la görüşmeye
gideceğini duyurduğu andan itibaren, onu sevenler “Ne güzel.” dediler,
sevmeyenler de küfretmeye başladılar. Bunun dışında üçüncü bir yol olsaydı, çok
şaşırırdım! 1955’te insanlar aynı camide namaz kılarken, “Allah kabul etsin.” derken
bile, siyaset üstünden birbirlerine diş biliyorlar. Birisi diğerine ima ediyor
ki, “Senin partin aslında bu camiyi kapattırmıştı.” Diğeri de ima ediyor ki,
“Sizi de göreceğiz!”. Ama hayatlarından siyaseti çıkardığımız zaman,
birbirlerini hiç incitmiyorlar.
İNGİLTERE
KRALI’NIN ZİYARETİ ARŞİVLERDE YOK
Toplumsal
basınç yönüyle bugünle bir analoji yapılabilir yani?
Hiç sekmiyor ki! Devletle meselesi olan bir milletiz biz.
Birçok devlet kurmamız da bunun göstergesi gibi geliyor bana. Düşünün, bir
doktorun acilen hastasına bir teşhis koyması lazım, fakat röntgen simsiyah. O
doktorun işi ne kadar güçtür! Bizim maziye dair elimizde hiçbir veri yok.
Neden
sizce?
Bana sorarsanız, Türkiye elinde veri tutulamayacak kadar
değerli bir ülke. Devlet geleneğimizde, Fatih Sultan Mehmet’ten itibaren çok
ciddi bir belgeleme refleksi oluşmuş. Böyle bir gelenekten geliyorsunuz ve bu
çok tehlikeli bir şey! Bütün verileri görürsünüz.
Görebilirsiniz;
ama okuyabilir misiniz?
Bu, elli yıllık mesele! Ben bir İngiliz olarak 1890’larda
İstanbul’a gelsem, şehrin hiçbir şeyinin benim kafamdaki gibi olmadığını
görürüm; ama arşiv geleneğini gördüğüm zaman da derim ki: “İşte emperyal
devlet!” Sonra da kafa patlatırım: “Ben bunu nasıl yok ederim?” İkincisi,
toplum travmalarla sürekli iz kaybettirirsiniz. 1960, Yassıada süreci… Her şey
bu kadar kepazelikle yürütülmek zorunda mıydı? Ama sizin ülkeniz, Türkiye’nin
eline bırakılamayacak kadar değerli bir yer!
Neye
bağlıyorsunuz, 27 Mayıs darbesini?
27 Mayıs, bana sorarsanız yüzde yüz İngiliz
organizasyonudur. En son İngiltere kralı, 1930’larda İstanbul’a ziyarete
geliyor. Ama matbuatta hiçbir iz bulamazsınız. “Katil kim?”i ararken ortada
olmayanlar, benim çok dikkatimi çekiyor! Sen neredesin? İngiltere-Yunanistan
ilişkilerine bakınca, 6-7 Eylül Olayları’nı anlayabiliyorum. O zaman diyorum
ki, bu bir İngiliz oyunu mu, Amerikan oyunu mu, ortak yapım mı? “Hadi
Yunanistan senin olsun şimdilik, Türkiye benim olsun şimdilik! Sonra değiştirebiliriz.”
1945’te Soğuk Savaş resmen başladı. 1950’lerde Mısır’da, Irak’ta, Suriye’de,
İran’da iktidar değişiyor. Sıra kimde?
EMPERYALİSTLERE
GÖRE; TÜRKİYE BİZE BIRAKILMAYACAK KADAR DEĞERLİ!
Şu
anda da çok benzer bir resim var. Hatta Gezi Olayları’nın da Türkiye ayağına yönelik
bir darbe girişimi olduğu tartışılıyor.
Mayıs ayı başında, burada yatırım yapan insanlar,
Türkiye’yi analiz ettirmişler. Bana da “Kurtlar Vadisi’nin senaristi olarak Türkiye’yi
nasıl görüyorsun?” diye sordular. “Çok iyi görüyorum.” dedim, “Lakin bizim
geçmemiz gereken dar bir köprü var. 2013, 2014, 2015 yılları virajlı bir yol. Önümüzdeki
dümdüz, upuzun yolun bittiği yerde ya dağ, ya viraj başlar.”
Nasıl
vardınız bu fikre?
10 yıllık bir iktidar
var, yaklaşan seçimler var… Emperyalistler gözüyle Türkiye, Türkiye’ye
bırakılmayacak kadar değerli bir yer! 2002’de Polat Alemdar’ın aşkının remzi
olarak Kız Kulesi’ni kullandığı İstanbul’un ileride cazibe merkezi olacağını
biri bize söyleseydi, inanmazdık! Ama bugün bakın şehre yerleşen yabancı
sayısına, turizm rakamlarına ve gelecek projeksiyonuna, İstanbul bu bölgenin
merkezi. Emperyalistler gözüyle İstanbul da, Türkiye’ye bırakılamayacak kadar
değerli! Yıllardır analistler, Türkiye’nin yanlış yığılma yaptığını,
İstanbul’da biriktiğini söylüyorlar. Doğru; ama biz Almanya değiliz ki, nüfusumuzu
ya da yatırımlarımızı eşit olarak bölelim.
Bu
yığılmanın kökleri, Demokrat Parti’nin göç politikalarıyla başlamıyor mu?
Menderes, 1950’de iş başına geldiğini düşündüğünde, yeniden
devlet kuran geleneği, çekildiği kasabalardan, dağlardan, topraklardan ana
merkeze çağırdı; “Hadi buyurun, bu ülkeyi inşa edeceğiz.” diye. O temel, bütün
kırık döküklüğüne rağmen başarılı oldu. O yüzden, Özal ve Erdoğan ve bu akım
üstünden devam etti. Yapılan yollar sayesinde Türkiye birbirini tanıma fırsatı
buldu. Türkiye’nin tarımı, aç bıraktıracak kadar yok idi. 1951’de Bulgaristan’dan
Türklerin sürgün edilmesi, Anadolu’yu imar etti. Tarım bilen insanlar, Adana,
Elazığ, Diyarbakır gibi verimli topraklara yerleştirildiler. İstanbul estetik
olarak çok daha güzeldi belki; ama su yoktu, pislik ve yokluk içindeydi. Dünyanın
kaç şehrinde 18 saatlik bir akış var? Bu, Menderes’in hiperaktivitesinin zamana
yayılmış halidir. Menderes, 24 saatinin, hizmet ettiği 12-13 saatini çok
seviyor. Ama diğer tarafı ruhuna uygun değil.
Ne
var o tarafta?
Bayar ve İnönü’nün keskin çatışması, rahmetli Menderes’in
kimyasını da değiştirmek zorundadır. Beri taraftan, Sovyetler’in sürekli sıcak
denizlere inme yönünde beyanatı var. Bulgaristan’a kadar dayanmışlar. Tabii ki
de NATO’ya alacaklar sizi. Böyle bir ortamda tabii ki özgür olamazsınız.
Menderes de tek çareyi, çalışmakta bulmuş. Bir biçimde de başarmış.
GEZİ
OLAYLARI, AVRUPA’DAKİ SIRADAN İNSANIN UMURUNDA DEĞİLDİ!
Neden
diziye daha psikolojik bir yerden, yumuşak karından girme ihtiyacı hissettiniz?
Birincisi, bu, rahmetli Menderes’e ve ailesine yaratılmış
bir yumuşak karındır. Ayhan Aydan Hanım’ın ifadesiyle, 1951 yılında
tanışıyorlar. 1960’a kadar gazetelerde her şey yazılıyor; ama bu konu
yazılmıyor. 27 Mayıs’tan sonra bir dava olarak karşımıza çıkıyor. Bu, seçilmiş
müthiş bir travma aile için. Belki başladığım yer de doğru değildir; ama “Bu
adama yaratılacak başka bir travma yok muydu? Bir silkinin. Komplekslerinizden
kurtulun.” demek istedim.
Hayat
tarzına karışıldıkları gerekçesiyle bugün iktidarı eleştirenlerin, hayat tarzı
nedeniyle Menderes’i eleştirmelerini nasıl görüyorsunuz?
Hiç şaşırmıyorum! Biz, geçmiş belleği oluşturulamayan bir
ülkeyiz. Sürekli bir saldırı var; ama saldıranı içeride arıyoruz. Ben diyorum
ki, “Bir de dışarıya bakalım. Hırsızın hiç mi kabahati yok!”
Gezi’de
de dışarıya bakıyor musunuz?
Tabii ki. Gezi Olayları’nın bir bölümünde
yurtdışındaydım. İnsanlar nasıl bakıyorlar diye görme fırsatım oldu.
Avrupa’daki sıradan insanın hiç umurunda değildi!
Kimlerin
umurundaydı?
Sinir merkezlerinin! Patronajın!
AK
Parti’nin nesinden rahatsızlar?
Onlar, partiyle ilgilenmezler. Onlar, bizim
prangalarımızdan kurtulmamızın sadece bu anlamaya gelmeyeceğini bilecek kadar
bizi tanıyor; ama biz kendimizi tanımıyoruz. Bütün yapıyı bozacaksınız. Başta
da Avrupa’daki yapıyı bozacaksınız. Sokaklarda, yapayalnız, yaşlı bir Avrupa
var. Almanya’da 3 milyon insanımız var. Ne olursa olsun, mutlu olan insanlar
bunlar. Onlar bunu görüyor; ama biz göremiyoruz. “Bu ülkede yaşanmaz.”
diyorlar. Nerede yaşanır? Ben Finlandiya’da 1 saat 45 dakikalık bir yolculukta,
yaşayan tek bir organizma görmedim, dolu bir feribotta! Üsküdar-Beşiktaş
iskelelerindeki insanları izleyin, “Bu insanlar birbirini çiğneye çiğneye
nereye koşturuyor?” diye sinir olabilirsiniz; yaşıyorlar ama! 1850’ye, 1913’e,
1923’e, 1950’e baktığımda hatta 2023’e baktığımda da aynı şeyi görüyorum: umut!
MENDERES’İN
İSTİFA ETME HAKKI YOKTU!
1983’e
de (Özal) bakacak mısınız?
Biz tarihi, kompartman kompartman değerlendirmiyoruz. Tek
bir tren olarak görüyoruz. 1983’e de tabii ki bakacağız. Özal’ı da anlatmayı
çok isteriz.
Sizce
öldürüldü mü?
Bunu “Kurtlar Vadisi Gladio” filminde, kimse söylemeden
söyledik. Rahmetli Özal öldürüldüyse –ki bence öyle- “Kim, nasıl ve neden böyle
bir şeyi yapar ve nasıl iz kaybettirir?” düşüncesini anlatmaya çalıştık, orada
da. Çok basit; sevdiğinizi bile tanımıyorsanız, yanınıza sizi seven insanları
koyarlar! Yine dış eksenle bakalım… “24 saat çalışan, geceleri uykusuzu kaçınca
tank projesi çizen bir adamı nasıl eterne ederim?”
Menderes
için de aynı şeyi düşündüler mi?
Rahmetli Menderes’i öldürmek isteselerdi, Menderes’i
tarihe öyle geçirmek isteselerdi, çoktan yaparlardı. Türklerin ne kadar vefalı
olduğunu biliyorlar. Ailelerin arasına travma sokarak öldürmek istediler. Menderes’i
28 Mayıs sabahı neden asmadılar? Neden bu süreç bir buçuk yılı buldu? Yargılama
olmayan bir yargılamayla; akla, ruha, insan ahlak ve onuruna sığmayacak her
türlü işkenceler ederek… 1959’daki uçak kazasından sonra Menderes, Ankara’da ve
İstanbul’da kıyamet gibi karşılandı. E hani kardeşler kavgalıydı? Herkes
yaşadığına neden sevindi? Travmatik ve trajik ölümlerde, insanın belleğindeki
kirlilik hemen silinir. Tabii ki böyle bir ölümü, Menderes’e vermeyeceklerdi! Bunların
edebine, alçakça öldürmek yakışırdı, öyle de yaptılar! Ben cellatla değil, emri
verenle ilgileniyorum.
Emri
veren kimdi?
Emperyalistler! Emri veren de, öldür diyen de, sessiz
kalan da… Hepsi suçlu! İç dinamiklerin dahli şüphesiz vardır; ama keşke kendi
içimizdeki dinamikleri kendimiz yönetebilsek! Bence 1954’e kadar asla iktidar
değildi, Adnan Bey. En iyi bildiği konu, tarım. Tarım Bakanı bile tanıdığı, iyi
çalışabileceği birisi değil. 1954’e kadar daha çok Celal Bayar iktidardı. Bana
sorarsanız, 1957 itibariyle de kontrolünü kaybetti. Bu süreçte de Adnan Bey, istifa
hakkı olmayan bir başvekildir. Defaatle istifa eder, ayrılmak ister; ama
bırakmazlar. Açın, 27 Mayıs tarihli gazetelere bakın. Gazeteler, bir gün
öncesini yazıyorlar. Erken seçim kararı vardır. Mayıs ayının başındaki
gazetelere bakın, erken seçim kararı vardır. Yani o kadar alçakça bir cinayet
ki; insanlar, bu travmayı ancak, “Menderes şehit oldu.” diyerek aşabiliyorlar.
Bunu da ancak Türkler aşabilir! Pişman olduklarını söyleyenlerin de
samimiyetine inanmıyorum. 1955’te İzmit’te tedavi gören bir CHP’li, “Ben senin
hastanende şifa bulamazken, sen utanmadan Başbakanlık mı yapıyorsun?” diye
yazıyor Menderes’e. Böyle kaba bir mektup kendisine ulaştığında, “Beyefendi,
billahi haberim yoktu. Başhekime talimat verdim. Lütfen gidiniz ve ameliyat
olunuz.” der, Adnan Bey. Adam ameliyatını olur, iyileşir. O adam 2013 yılında
der ki, “Bu ayrı, o ayrı. Asılması doğruydu!”
SONER
YALÇIN, SENARYOMUZA KARIŞMADI
Size
ve ekibinize dair de önemli bir eleştiri var. Soner Yalçın’la çalıştığınız
dönemde, omurganın kaydığı yönünde… Nasıl yakınlaştınız ve neden koptunuz?
1999-2000 yılları arasında Sabah gazetesinde muhabirdim.
Soner Yalçın benim yazı işleri müdürümdü. Hukukumuz oradan başlar. Kurtlar
Vadisi’nde sadece bir çete düzenini anlatmak istemediğimizden ötürü; bu alanda
uzmanlaşmış, Bay Pipo’yu, Cem Ersever’i yazmış bir yazar olarak ona müracaat
ettik. Dedik ki, “Bize konsept danışmanlığı yapar mısın?” Soner Yalçın da,
haftada bir toplantılara katılmak üzere kabul etti. Senaryoya dair geri kalan
bütün yorum bize aittir.
Senaryoya
müdahil olmadı mı?
Olamaz ki! Bir, senaryo teknik olarak müdahaleye açık bir
şey değildir. Karakter oluşturmanız gerekir. Bu karakter, oyuncular ve rejiyle
tamamlandığında bir şey haline gelir. Hiç kimse bu anlamda ana eksenini
belirleyemez. 2002 Temmuz’unda çalışmaya başladık, 2005 Aralık’ının sonundaki
97 bölümün sadece konsept danışmanıdır.
Yolunuz
neden ayrıldı?
Kurtlar Vadisi bitmişti. Soner bize “Devam edecek
misiniz?” diye sordu. O günkü ruh halimizde devam etmeyi düşünmüyorduk. Çünkü,
“Vatan, millet, din, bayrak…” dedik diye, sayılar tutularak, “Şu kadar bayrak
gösterdiler, şu kadar salavat dediler, şu kadar Allah dediler…” diye, güya
yüksek tezi denilen bir istihbarat raporu üzerinden bize denmeyen kalmadı! Çok
yorgun ve bitap düşmüştük. Devam etmeyeceğimizi söyledik. O da “Ben, Sağır Oda
diye bir dizi yapmak istiyorum. Birlikte yapmak ister misiniz?” dedi, “Hayır.”
dedik. Akabinde de kendi yolunu tayin etti.
Şu
an nasıl aranız?
Cezaevinden çıktıktan sonra, “Geçmiş olsun. Hayatın
gönlüne göre geçsin.” diyerek aradım. Bir maçta karşılaştım. Tekrar, “Nasılsın,
iyi misin?” diye sordum. 2006 Ocak’ından itibaren eski muhabbetimiz tabii ki
kalmadı. Soner inandığı yolda yürümeye devam etti, biz de inandığımız yolda
yürümeye devam ettik. Bu bir yol ayrımına getirdi.
AK
PARTİ DE, KURTLAR VADİSİ DE 11 YILDIR İKTİDAR
Kurtlar
Vadisi izleyicisi ve AK Parti seçmeni arasında bir paralellik kuruyor musunuz?
En benzeştiğimiz taraf, AK Parti de, Kurtlar Vadisi de 11
yıldır iktidarda! Sosyologlar, 90 dakikalarını ayırıp zahmet edip diziyi izlese
de bunu araştırsa! Irak’ta Şii, Sünni ve Selefiler birbirlerinin camilerini
bombalarken, Perşembe günleri Kurtlar Vadisi’nde buluşuyor. Bu incelenmeye
değmiyor, öyle mi? “Andy Garcia ve Sharon Stone acaba bizim dizimizde oynar
mı?” dediğimizde, adamlar üç şey sordular: “Bütçesi ne, senaryosu ne, dizinin
izlenme oranları ne?” Dizinin izlenme oranlarını yollayınca, “Galiba yanlış
yolladınız. Yüzde 65 share bir dizi nasıl izleniyor?” dediler. Seyircinin
teveccühünü bu beyefendiler görmezden gelip, diziyi ana ekseninden çıkarıp hep
bir kaidenin üzerine koydular.
Özellikle
de 2007’deki Ergenekon Davası süreciyle birlikte insanlar, Kurtlar Vadisi’nde
izledikleri senaryoyu gerçek hayatta izler oldular. Bu, reytinglerinize nasıl
yansıdı?
Biz seyircimize ilk gününden vaat ettik ki, “Yaşanacak
her şeyi, önceden seyredeceksiniz.” Zaten 2003 Ocak’ından, 2005 Aralık’ına
kadar seyircimiz buna aşinaydı. Mafya döneminin biteceğini söyledik, herhangi
bir veriye dayanmadan. Bu yolun sonuna gelindiğini ve bu konseptin değişeceğini
söyledik, değişti. Türkiye’nin içerisinde derin oyunlar oynanacağını söyledik,
oynandı. Bunun kökleri olduğunu, Tapınakçılar ve Evangelistler olduğunu
söyledik, birer ikişer ortaya çıkmaya başladılar. Ergenekon Davası’ndan çok
daha önce biz zaten bunu anlatmaya başladık. “Kurtlar Vadisi Terör” yarım
bıraktırılmasaydı, çok daha öncesinden anlatıyor idik. Ama “Kurtlar Vadisi
Pusu”da da dönüp dolaşıp bunu anlatacağımızı söyledik.
Kurtlar
Vadisi için bir son var mı kafanızda?
2004’ten itibaren bizi her sene bitirdiler! Biz de bir
sefer bitirdik, oldu 11 sene. Gerçekten bilmiyorum. Bu Haziran da bitebilir,
önümüzdeki Haziran da bitebilir. Hiçbir Haziran da bitmeyebilir! Ama insanlara
duyduğumuz muhabbeti Allah bizden almadıkça, yorulmak yok! Ölünce dinleniriz!
Kıyamete kadar çok vaktimiz olacak! Son nefesime kadar bundan usanmamak için
Allah’a yalvarıyorum. Çünkü bu emperyalistler, kapitalistler, bu insanlık
düşmanları hiç yorulmuyorlar! Bize de yorulmak düşmez.
İNSANLIĞIN KURTULUŞ İSTİKAMETİNİ BELİRLEMEK İÇİN ŞU FİKRİ AÇILIMI YAPMAK SİZLERE DÜŞÜYOR.
YanıtlaSilSenaristlere.
http://namenstr8bredaholland.blogspot.nl/2017/01/kisi-hukum-verirken-verdigi-konu.html