Tastamam eksik!

9 Ekim 2010 Cumartesi

Mehmet Emin Ay röportajı

Kâh Kur'an-ı Azüm-ü Şan'ı dinlerken, kâh kulağınıza gelen bir ilahide onun sesinin peşine takılıp bir daha hiç dönmek istemeyeceğiniz ötelere yelken açmışsınızdır. Sesindeki buğunun yüreğindeki hüznü yansıttığını görüp de kayıtsız kalamayıp, okuduğu bir naat ya da münacatta Hz. Peygamber'e ve Yüce Yaratıcıya akmıştır gözyaşlarınız… Uludağ Üniversitesi'nde ilahiyat profesörü olan Mehmet Emin Ay tüm mütevazılığıyla "Ben sanatçı değilim. Sıradan bir öğretmenim." dese de, on binlerce insan böyle düşünmemesi gerektiğini, daha ilk albümü olan Tale'al Bedru albümünün 1 milyona varan satış rakamıyla göstermişti. Aradan geçen yıllara rağmen, bugün hiçbir ilahi ya da ezgi albümü bu sayıyı yakalayabilmiş değil. Yine, en çok dinlenen hatim albümlerinin üzerinde onun ismi yazıyor. Onunsa buna cevabı çok kısa. "Bu, Rabbimin lütfudur."

Bir ramazan öğlesinde Bursa'da Muradiye Külliyesi'nde bir araya geldiğimiz Mehmet Emin Ay, kendisiyle ilgili merak ettiğimiz soruları içtenlikle cevapladı. O, "Devam etseydik, sabaha kadar konuşurduk." dedi, biz sohbetin lezzetinden kendimizi alamadık. Gördük ki, teveccühlerin ona yönelmesi boşuna değilmiş.



-Sizle alâkalı en güncel şeyden başlayalım. Umre için gittiğiniz kutsal topraklardan birkaç gün önce döndünüz. Türkiye'de ve orada soluduğunuz ramazan coşkusu arasında nasıl bir fark ya da ilişki var?

Mukaddes topraklarda gözlemledim ki geceleri ibadetle geçirip, gündüzleri dinlenmeye ayırıyorlar. Özellikle öğleden sonra bir Peygamber sünneti olarak kaylule uykusunu ihmal etmiyorlar. Böyle olunca, Türkiye'ye göre uzun sayılabilecek bir teravih namazını rahatlıkla kılıyorlar. Hele son on günde gece namazı olarak 10 rekât kılınan teheccüd bir saat sürüyor. Ama görseniz bu kadar insan bir saati aşan teheccüde, iki saati aşan teravih namazına razı bir şekilde geliyor. İbadetler bizdeki imanı, Rabbanî ve melekî özellikleri güçlendiriyor. Ülkemizde son yıllarda ramazan coşkuyla yaşanıyor. Yerel yönetimlerin organizasyonlarıyla fakir-fukaranın sevindiğini görüyorum. Medya, ramazan gerçeğini biraz daha doğru görmeye başladı. Ama hiçbir coşku mübarek topraklardakine erişemez.

-Kaç kez hacca ve umreye gittiniz?

Allah'ın lütfuyla beş kez hac nasip oldu. Dokuz, on defa da umreye gittim.

-Oraya varmak bir vuslatın gerçekleşmesiyse, ayrılmak da derin bir firakı ve hüznü barındırmalı. Hacdan dönmeyi, özünden de ayrılmak olarak görebilir miyiz?

Hacdan döndünüz mü sorusuna 'Dönmedim' demek gerekir. Çünkü giden her gönül sahibi, kalbini aslında Kâbe'nin örtüsüne bırakıp da gelir. Bursa'da yaşayan Cengiz Numanoğlu Bey bir şiirinde "Bir zamanlar derdim ki Yarabbi neden/ Bir daha istiyor, bir kere giden/ Bilemezmiş insan gitmeden/ Aldım cevabımı Beytullah'ta ben." diyor. Medine, sıkıntı içindeki Allah'ın Resulü'ne ve sevgili ashabına adeta bir ana kucağı oldu. Mekke'de bizi çeken neydi diye düşünürdüm. Konumunun verdiği gerekçeyle, bir otorite gibi duran baba ocağı olduğunu gördüm. Semada var olan ve meleklerin tavaf ettiği Beyt-ül Mamur'un yeryüzündeki izdüşümüdür, Kâbe-i Muazzama. Yeryüzündeki müminlere, Cenab-ı Hakk'ın kattığı melekler vardır. Şair diyor ya 'Çok zaman bilemedim/ Hangisi melek, hangisi insan?' Maalesef, Türkiye'den giden hacılarımız tavaf dualarını bilmiyorlar. O duaların cazibesini ah bir görseler! "Allah'ım bu saray senin sarayın. Bu kullar senin kulların. Ben de senin kulunum. Kulun olan beni affet Rabbim." Bakın böyle başlıyor tavaf duası.

-İnsanın gözüyle göremediği, aynı havayı soluyamadığı bir Peygamberi kendisine kendisi kadar yakın hissettiğini, onunla tamamlandığını düşünürsek, insanı Hz. Muhammed'e (sav) bu kadar yakın kılan nedir orada?

Şeref'ül mekân, bil mekîn… Bir yerin şerefli olması, orada oturanla alakalıdır. Yüce Mevla'mız 'Ey Habibim! Biz seni iki taşlık arasında, güzel bir beldeye yerleştirmedik mi?' buyuruyor. Medine, altı suyla dolu, yeraltı zenginlikleri ve hurma bahçeleriyle çok şirin bir yer. Bundan öte Medine'nin sıcağında da, esintisinde de farklı bir tat var. Bu mekânda kâinatın yüzü suyu hürmetine yaratılan Peygamberimiz var. Bizler Ravza-i Mutahhara'dan etkilenirken, gönül gözü olanlar orada farklı şeyleri görüyorlar. Mübarek eli bir çocuğun başına dokunduğunda bilinirmiş ki bu çocuğun başına sevgili Peygamberimizin eli değmiş. Bu kadar bariz ve cazip bir kokusu varmış. O yüce Peygamber, hayatında da güzel, mematında da… Biz bu dünyalık hâlimizle bile Uhud'da, sığındığı mağaradaki o güzel kokuyu hissediyoruz. Peygamberinizden ayrılırken ana kucağından ayrılır gibisiniz.

-Medine'nin kokusu belki de o mecburi gurbetin bıraktığı hüznü saklıyordur hâlâ…

Olabilir. Tabii ki… Ama onlar Allah için terk ettiler her şeylerini.

İSTANBUL'DA OLMASA DA KÂBE'DE BULURSUN!

-Akademisyen, hafız, bestekâr, icracı, belgeselci, radyo-tv programcısı… Mehmet Emin Ay'ı nitelendiren o kadar çok kimlik var ki! O kendi içindeki en geniş kanalın hangisine ait olduğunu düşünüyor?

İlahiyat Fakültesi'ni birincilikle bitirmiştim. Musikiyle bu denli ilgileniyor değildim. Asistanlık yıllarımda üniversitede kalmaktan başka idealim yoktu. Yine o dönemde piyasaya sunulan Tale'al Bedru Aleyna çalışması büyük ilgi gördü ve çok önemli teklifler aldım.

-Yine ilahi ve ezgi düzleminde mi?

Evet. Benim başka şey düşünmeye karakterim uymaz. Akademisyenliği bırakmak zorundaydım, kabul etmek için. Ben tercihimi zor olandan yana kullandım. Profesörlük unvanını alıncaya dek 16 yıllık bir geçmişim oldu. Sahne benim için hiçbir zaman cazibe unsuru olmadı. Benim için öğretmenlik çok zevkli bir şey. Fakat bunu hep düşündüm, bu zevke erişen bir şey var mı diye? Bazen öylesine ortamlar oluşuyor ki ben dakikalarca Kur'an okumak istiyorum. Yani öğretmenlik yapmak ile Kur'an okumayı yan yana koyduğumuzda, 'Keşke hiç tükenmeyen nefesim olsa da, ben hep Kur'an okusam' diyorum. Kur'an okumak, sanatların en zor olanı.

-Neden?

Önünüzdeki notadan bir musiki eserini icra edebilirsiniz. Kur'an-ı Kerim okurken sanatçılık yapamazsınız. Çünkü sanatçıyı dinleyenler, insanlardır. Kur'an'ı dinleyen ise Cenab-ı Hak. Sevgili Peygamberimizin buyurduğu üzere "Sizden herhangi biriniz, çok güzel şeyler söyleyen hizmetçisi olduğunda nasıl kulak kabartırsa, Allah-ü Tealâ, Kur'an okuduğunda bir mümini daha iştiyakla dinler." "Kur'an ehli, Allah'ın ailesindendir." buyuruyor Peygamberimiz. 'Beni Cenab-ı Hak dinliyor' diye düşündüğünüzde çok zor bir hadise. Tecvide, makama dikkat ederek; dua ayetlerinde yalvararak; hüküm ayetlerinde ona uygun makam; hüzün ayetlerinde icap ettiren mahzun bir sada ile okumalısınız. Sizi Rabbiniz dinliyor. Fakat sizin çok iyi bir yönetmeniniz var. Çok rahatsınız. Diyorsunuz ki 'Rabbim beni yönetsin. Ben çok rahat okurum bu eseri.' Yüce Mevla da okumaya başladığınız zaman, sizi adeta otomatik pilota bağlıyor.

-Öyleyse kul olduğunun farkına varılmadan Kur'an okunamaz. Buradan hareketle yeni bir kanal da açılıyor. Hem Allah'a hem de sizi dinleyen kitleye karşı bir yükümlülüğünüz oluşuyor.

Doğrudur. Gönülden bir 'Allah' diyenin içimizi nasıl yaktığını bir bilseniz! Bir ayet arasında siz nefes alırken, o kişinin içinden gelerek ah çekmesi, Allah demesi size doping yüklüyor. Kur'an okumanın şartlarına alıştığınız zaman, okuyan kişi olarak siz okunanı dinleyen kişi oluyorsunuz. Bunu anlatmam biraz zor.

-Kendinizden kopuyorsunuz…

Evet, böyle oluyor. İşte o zaman kul diyor ki 'Beni okutan sensin Yarab! Okuyan ben değilim.' Çoğu zaman Mekke'de, Medine'de oturduğum zaman gönlümden geçen şekliyle okurum. Gözümü açtığım zaman, etrafımda insanların toplandığını görüyorum. 'Devam et' diyorlar. Arapların hoşuna gidiyor. Ama bana orada, o mekânda, Cenab-ı Hakk'ın sarayında Kur'an okumak çok başka geliyor.

-Bu kadar güzel bir sesin sahibi olarak ilahi kelamı insanlara aktarabilmenin sorumluluğu çok ağır mı?

Tabii ki! Yaşama noktasında bize önemli vazifeler düşüyor. Öyle bir hayat yaşamalıyız ki, okuduğumuz ayetler 'Sen insanlara böyle okuyorsun. Ama böyle yaşamıyorsun.' dememeli. Bu esnada Cenab-ı Hak yüz çevirmemeli. Bu ses, Allah'ın lütfudur. Benim yaptığım bir şey yok. Çok şükrediyorum, böyle bir vazifemiz olduğu için.

-Bununla ilgili yaşadığınız çok ilginç bir olay var mıdır merak ediyorum.

Ramazana denk gelen bir sömestr döneminde, son on günde itikâfa girmek üzere Kâbe'ye gittim. Sarışın iki genç gelip iftar soframıza oturdular. Bize ikram ettikleri yoğurdu o gençlerden birine verdim. Türk olduğumu anlamış. O da Başkurdistanlı olduğunu söyledi. "Türkiye'de bir süre bulundum. Şimdi Riyad'da Din Enstitüsü'nde öğrenciyim." dedi. İsmi Enver'miş. Akşam namazından sonra konuşmaya devam ettik. Bana dedi ki "İstanbul'a geldiğim dönemde çok arzu etmeme rağmen birisini göremedim. Siz tanır mısınız?" dedi. "Kim" diye sordum. "Mehmet Emin Ay" dedi. "Hangi maksatla görmek istedin?" diye sorunca, "Ben onu Başkurdistan'a gelen ağabeylerin getirdiği kasetlerden tanıdım. Benim bu din tahsili almama vesile olan, bu işi gönlüme çalan onun hatim kasetleriydi. Fakat İstanbul'da onu aradım, bulamadım. Bu hep içimde kaldı." dedi. "Benim" demek çok zordu. Ertesi gün de geleceğini söyledi. İsmimi öğrense "Bana niye söylemedin?" diyecek. "Sana bir şey söylesem nasıl olur Enver?" dedim. "Buyurun" deyince, "Senin ismini söylediğin şahıs karşında duruyor." diye devam ettim. Yüzü değişti. "Yani siz misiniz? Bağışlayın beni ama pasaportunuz yanınızda mı?" der demez pasaportumu gösterdim. Mehmet Emin Ay ismini görünce pasaportu bıraktı, kaçtı, gitti. Biraz sonra bir arkadaşıyla gelen Enver gözyaşlarıyla, arkadaşı da heyecanla sarıldı bana. Enver "Hocam bunu nasıl açıklayayım? Diyorlardı ki insan Mekke'de, Medine'de istediğini karşısında bulurmuş. Ben nasıl anlatayım?" dedi. Onunla sözleştik. Ertesi yıl aynı yerde, itikâfta buluştuk.

SOYUMUZ AMMAR BİN YASİR'E DAYANIYOR

-Van'dan gelip Bursa'da ilahiyat okuyorsunuz. Ve buradan da lisedeki gibi birincilikle mezun oluyorsunuz. Öyle görünüyor ki bu büyük coğrafi değişimin muhtemel gelgitlerini yaşamamışsınız.

Doğu'dan annem ve babamla birlikte geldim. Babamla birlikte üniversite yıllarımda hafızlık yaptım. Babam mürşidimdi. Ayrıca Van'ın tek Kur'an kursu hocasıydı. 1976'da emekli oldu. Ondan önce 30 sene Van'da bu iş için emek vermişti. Entelektüel tabakadan çok talebesi vardı. Büyük bir fedakârlık yaparak, evini, kendisini seven binlerce insanı, diğer çocuklarını bırakarak önce Erzurum'a, ki iki yıl da orada okuduk, oradan da Bursa'ya geldi. Rahmetli annem ve babam sayesinde hiçbir zaman gelgit yaşamadım. Önümde, geceleri teheccüde kalkan, uzun dualar eden, gününü rahle başında geçiren bir mürşid-i kâmil gibi duran, soyunu Ammar bin Yasir'e dayamış bir baba duruyordu. O yüzden ilk yayımlanan eserimi rahmetli babama, ikincisini de anneme ithaf ettim.

-Görebildiler mi?

Babam hiçbirini görmedi; ama Bursa'daki bir naklen yayında, hafız olarak yetiştirdiği oğlunun radyodan Kur'an okuyuşunu dinledi ve çok mutlu oldu. Rahmetli annem ona ithaf ettiğim kitabımı gördü.

-Erzurum'dan Bursa'ya hangi vesileyle geldiniz?

Erzurum'da Yüksek İslam Enstitüsü'ne başlamıştık. O dönemde enstitüler, fakültelere dönüştürüldü ve istediğimiz yere gideceğimiz söylendi. Babamlara "Siz isterseniz Van'a dönün. Ben de İstanbul'a gideyim." dedim. Kabul etmediler. İstanbul'u gözümüz kesmedi. Biz de Bursa'ya taşındık.

-Bu kadar çok sahiplenmelerinin sebebi neydi?

Sevgi. Dört ablam var. Benden önce üç ağabeyim çocuk yaşlarda vefat etmiş. Ben tek erkek evlatlarıydım ve en küçükleriydim. Hamdolsun rahmetli babam evliliğimizi, annem de çocuklarımızın üçünü de gördü.

-Neden Bursa'da kalmayı yeğlediniz?

İstanbul'a giden hocam okul bittikten sonra 'Sen de gel' dedi. Bursa'yı sevdik, halkıyla kaynaştık ve sevenlerimiz oldu. İstanbul'u çok seviyorum, sık sık gelip gitmeme rağmen Bursa'da ikameti tercih ettim.

-Ahmet Hamdi Tanpınar'ın Beş Şehir'deki Bursa'sını okuyup sizi tanıyınca insan neden Bursa'yı tercih ettiğinizi anlıyor.

Doğrudur. Ben bir yabancı gibi Bursa'yı geziyorum aslında. Çünkü bulunduğumuz yer şehirden uzak, Mudanya'ya yakın. Emir Sultan'ı İstanbul'dan gelen biri gibi geziyorum. Hâlâ Bursa'yı doyasıya bitiremedim.

-İnsan şehirle bütünleştiğinde farkında olma yetisini kaybediyor galiba…

"Ol mahiler ki derya içredir/Deryayı bilmezler" diyor ya şair, her dem gurbetteymiş gibi yaşamak lâzım. Gurbetten gelenler daha iyi geziyorlar.

-Her an gurbette yaşamak duygusu, aslına rücû etmeyi çağrıştırdı bana. Sürekli 'ümmetim' diyen Hz. Muhammed Mustafa'nın dahi belli bir noktadan sonra "Allah'ım artık sana dönmek istiyorum" demesi de sanırım buna verilecek en güzel örnektir.

Burası, çok güzel bir nokta. Tasavvuf ehli, gurbeti hep içinde yaşatmayı önemsemiştir: "Ben gurbette değilim/ Gurbet benim içimde". Kul, ruhlar âleminde Cenab-ı Hakk'ı tanıdıktan sonra dünyaya gönderilişiyle, aslında gurbete düşmüştür. Hep sahibinin yanında olmak ister; fakat dünyanın cazibeleri onu alıkoyar. "Fetubâ lil hurabâ"… "Gariplere ne mutlu"… Efendimiz, iki omzundan tutarak kayınbiraderi Hz. Ömer'in oğlu Hz. Abdullah'a diyor ki "Ey Abdullah! Bu dünyada ağacın altında dinlenip de yoluna devam eden bir garip gibi ol. Böyle olursan dünya seni alt etmez." Hz. Cebrail, Efendimizin son anında geliyor ve "Ya Resulallah! Her peygambere yapılan teklif sana da sunuluyor. Cenab-ı Hak diyor ki 'İsterse O'na ömür vereyim, isterse Biz'e kavuşsun." Peygamberimizin cevabı 'Hayır, ben O'nu istiyorum. Gurbette daha fazla kalmak istemiyorum." oluyor. Cenab-ı Hak, Hz. Âdem'e hatasından dolayı, onu peygamber kılmasına rağmen cennetten dünyaya sürgün ediyor.

KUR'AN HİZMETİMİZ TAİPEİ VE AFRİKA'YA ULAŞTI

-1992'de ilginç bir kararla Özbekistan ve Kazakistan'a gidiyorsunuz. Bir yıl öncesinde bağımsızlıklarını ilan etmiş, inanç ve kültür anlamında harabata dönen bu coğrafyaya sizi çeken ne olmuştu?

Allah'ın sevgili kulları, evliyaullahların otobiyografileri bizler için önemlidir. "Tezkiretül Evliya' dediğimiz bu eserleri okurken, bu insanların pek çoğunun Orta Asya'da yaşayıp vefat ettiğini gördüm. Gidip gelen insanlar da "Mutlaka görün" deyince bende cazip şeyler oluştu. Oraya vardığımızda tespit ettik ki, Allah'ın sevgili kullarının etrafında kümelenen, türbesinin etrafında yaşayan insanlar, dinlerini muhafaza etmişler. Fergana Vadisi çevresinde Nemengan şehri vardı. Oradakilerin dinini en iyi yaşayan Özbekler olduğunu söylüyorlardı. Baktık ki orada Nakşibendiye yolunun büyüklerinden birçok Allah dostu medfun. Hatta Şah-ı Zinde ismiyle bilinen bir Ashab-ı Kiram'ın kabri de var. Kaybolan bir gençlik karşımızda duruyordu. Buhara'da bir akşamüstü çok etkilenerek okuduğum Kur'an-ı Kerim'i kaydedemediğimize Mustafa Demirci'yle hep yanarız. Oradaki insanlar 'Türk'üm' demiyor. Ruslar, bir milleti diğerine muhtaç edip bir arada tutmuştu.

-İlk albümünüz olan Tale'al Bedru bugün kimsenin ulaşamadığı bir tiraj yaparak, 1 milyon adet sattı. Bu sizi şaşırtmış mıydı?

Üç yıl üst üste en çok satan kaset olmasına şaşırdık tabii. Ben belli bir yaşın üstünde insanlara hitap edeceğimizi düşünüyordum. Fakat çocuğundan yaşlısına bir dinleyici kitlesi ile karşılaştım. Efendimiz zamanında Medineli müminlerin mutluluk melodileri, müminlerin içlerinde bir yerde kalmış. Bu kadar ilgi göreceğimizi ben de yapımcım da tahmin etmemiştik.

-Kur'an-ı Kerim albümlerinizin satışları nasıl?

Bir zamanlar Diyanet İşleri Başkanlığı yapmış olan Tayyar Altıkulaç Bey'in hatminden sonra en çok satılanın bizimkisi olduğunu söylüyordu kitapçılar. Beni asıl sevindiren, yurtdışında hiç ummadığım yerlerde hatmimizin dinlenmesi. Taipei'deki İslam Camii'nde yapılan mukabelede bizim hatmimizi dinlediklerini, hatta bir Türk'le evli olan bir Çinli hanım kardeşimizin o hatimlerden namaz surelerini öğrendiğini ve hayatında tek idealinin Türkiye'ye gelip bana bir sure okumak olduğunu öğrendim. Beni buldu ve isteğini gerçekleştirdi. Afrika'daki okullarda görevli bir arkadaşımız hatmimizi dinlediklerini söyledi. Bunlar bizim çabamızdan değil. Bir sıcak gün tavafında duam şuydu: "Allah'ım yeryüzünün her köşesinde bana Kur'an okumayı nasip et." Gerçekleşiyor, inşallah. Bu ramazanda TRT'de hatmimiz yayımlanıyor. TRT'nin yayın coğrafyasını görünce şükrediyorum.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder