Tastamam eksik!

8 Ekim 2010 Cuma

Şanar Yurdatapan röportajı

12 yıl vatandaşlıktan çıkarıldım sanıyordum, dondurmuşlar!



FATİH VURAL

12 Eylül’de referandumla birlikte, son fiili darbenin de 30. yılını geride bırakıyoruz. Ve bu darbenin üzerinden geçtiği isimlerden biri de, askeri cuntanın vatandaşlıktan çıkardığı Şanar Yurdatapan. Bu nedenle 12 sene vatanından ayrı yaşamak zorunda kalan Yurdatapan’ın referanduma yönelik düşüncesi, birçok insanınkinden daha anlamlı. ‘Yetmez ama Evet’ diyen Yurdatapan yeni bir anayasa için, yargı engelinin olduğunun da farkında. Onu bu karara iten koca bir hayatın içinde müzikse olmazsa olmaz. Hâlâ…


 
1960 darbesinde hayal kırıklığına uğrayan üst rütbeli bir babanın, müzisyen oğlusunuz..
Babam, korgeneraldi. 60 İhtilali’nde 7. Kolordu Komutanı’ydı. Sonra 3. Kolordu Komutanlığı’na vekâleten Erzurum’a yollandı. Daha yükselmeyi vaat etmişlerdi; fakat Bursa’ya askeri vali olarak gitti.


Daha yükselmekle kastınız ?
Genelkurmay Başkanı olmayı bekliyordu. Bir büyük temizlik oldu. Babamı da oraya yolladılar; fakat rütbeyle yolladılar. İçişleri Bakanı Muharrem İhsan Kızıloğlu’ydu ve tümgeneraldi. Babam korgeneraldi. Rütbesi daha yüksek. Vali olarak İçişleri Bakanı’nın emrine girecek; ama korgeneral, tümgeneralin emrine girmiş olacaktı. Bunlar, onların geleneğinde olmaz. Bunu kabullenmedi ve emekliliğini istedi.


Kaç yaşındaydınız o sırada?
1961’de 20 yaşındaydım. Babam, Bursa Valisi ve belediye başkanı oldu. O zamanki referandumda, Bursa 1961 Anayasası’na ‘Hayır’ dedi. Adamın yüreğine indi. Kalp spazmı geçirdi.


12 Mart 1971 Muhtırası’nı nasıl karşıladı?
71 döneminde acıyı çeken bendim. Politik bir çalışma yapmıyordum; Türkiye İşçi Partisi dağıldıktan sonra, bir tarafta değildim. Eski arkadaşlarımın bir kısmı dağdaydı, bir kısmı vuruldu, idam edildi. O vakit, hiçbir şey yapamadan bunun acısını çektim.


Babanız, bütün kırgınlığına rağmen, çocuklarından birisinin asker olmasını istiyor.
Meslek seçiminde hiçbirimize bir empozisyonda bulunmadı. Sadece ‘Bana üniversite diploması getirin. Benim size bakmak görevim. Ama içinizden biri asker olursa, mutlu olurum. Olmasa da dert değil’ dedi. Kimse de olmadı. Zaten Lale’nin (Mansur-kız kardeşi) olması da mümkün değildi (Gülüyor). 3 erkek de asker olmadık…


Daha sonra üniversiteye başlıyorsunuz; ama müzikle de ilgilenmeye başladığınız sırada, okulu yarıda bırakıyorsunuz…
Tabii, ben kantinden mezunum (Gülüyor). 1959-1960’ta üniversitede Kuyruklu Yıldızlar diye bir grup kurmuştuk. Sembolümüz kuyruklu yıldızdı, o da İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi’nin amblemiydi. Oradan adımızı aldık. O ilk sene Deniz Harp Okulu Orkestrası, Erkin Koray.. Barış Manço daha çok küçüktü. Öyle bir kuşak geldi. ‘İyi batı taklitçisi’ müziğin ilk patladığı senelerdi. Daha sonraları Doruk-Onat Kut’un orkestrasında çalıştım, 60 yazında. Sonra gece hayatından nefret ettiğim ve evlilik hazırlıkları yaptığım için, Alpay’ın Ankara’ya davetini kabul ettim. Onun bir reklam şirketi vardı, hem orada reklam programları hazırlıyordum. Alpay’ın çıkışındaki ilk üç sene müziklerini tamamen ben yapmıştım. O vakit Alpay’la çalışan orkestra: Durul Gence, Murat Sungar (emekli büyükelçi), yine büyükelçi Burak Gürsel, Tarık Öçal gitarda… 1962’den 1971’e kadar Ankara’dayım. 1965’te İşçi Partisi’ne girdim. Alpay gece kulübünü açtığında 66 yılıydı. Daha sonra kendi adıma bir orkestra kurdum ve iki sene Ankara’da çalıştım. Süreyya Kulüp, ondan sonraki sene de Playboy’da Şerif Yüzbaşıoğlu Orkestrası’yla, iki orkestra yan yana çalıştık. Atilla Özdemiroğlu’yla Dün-Bugün-Yarın’ı kuruşumuz da bu bağlantıda…


O dönemde Yön Dergisi’ne ve Çetin Altan’a duyulan sempatiyle başlayan politikleşme süreci de bir yandan akıyor. İşçi Partisi’yle olan bağınızı sempatizanlık düzeyinde miydi?
Bayağı bir militandım. Uzaktan alkışlamakla olacak iş değil. Gidip çalışmak lazım. O vakit rahmetli Erdal Öz’ün büyük bir kitapçı dükkânı vardı, Büyük Sinema’nın içinde. Erdal, İşçi Partili. Hatta o tavsiye etti beni. O zaman birilerinin tavsiyesiyle üye oluyorsunuz. 69’da parti parçalanana kadar bu böyle devam etti.


Hem müziği hem de aktif bir politik mücadeleyi aynı anda nasıl yürüttünüz? Ve sanatçı arkadaşlarınızı giderek politikleşmenize yönelik yargıları olmadı mı?
Çok canlı bir politik tartışma vardı, o zamanlar. Gençler sosyalizmle yeni tanışıyorlar. İşçi Partisi büyük bir heyecan uyandırmış. Her ne kadar aldığı oy yüzde 3’se de, o zamanki seçim sistemiyle parlamentonun yüzde 3’üne karşılık gelen 15 milletvekili var. O 15 vekil, hakikaten o zaman parlamentonun bütün ezberini bozmuştu. Yıllar yılı her şey yasaklanmış. Kitaplar yeni yeni basılıyordu. Okuyup okuyup kendi aramızda konuşuyorduk. Ekipler oluşturulmuştu. Köylere, gecekondulara gidiliyordu. Sosyalizmi tanıtmaya gidiyorduk. Alevi köylerinde büyük bir şenlikle karşılanıyorduk. Etler, rakılar… Sazlar çıkıyor, eğlence… Bazı yerlerde ise köyün kapısında ellerinde sopalarla haber alıyorlar, komünistler geliyor diye… Çok yakın arkadaşım Necdet Bulut, daha sonra Trabzon’da öldürüldü, onla beraber girmiştik. IBM’de çok iyi bir geleceği olduğu halde, bu nedenle oradan ayrıldı. Önce ODTÜ’ye girdi, oradan da Trabzon’daki üniversiteye bilgi-işlem bölümünü kurmaya gitti. Orada siyasi bir cinayete kurban gitti. Onun beyaz Wolksvagen’i vardı, onunla giderdik, hafta sonları köyleri. Ekibe bakar mısınız? Ben, Necdet Bulut ve Hüseyin İnan. Hüseyin’de daha sonra yakalanıp, idam edildi. 71’de bu acıları çektim. Hiçbir şey yapamadan kalıyorsun ortalıkta. Askerliğimi 1967’de yedek subay öğretmeni olarak, Çankırı’nın Çukurören köyünde yaptım. O sırada İşçi Partisi parçalanmış vaziyetteydi. Eski arkadaşlarım ikiye ayrılmıştı. Her iki taraf da, kendilerine öbür taraftan bilgi getirmemi istedi. Sosyalist Devrim ile Milli Demokratik Devrim grubu diye bölünmüştü. Parti, Sosyalist Devrim çizgisinde… Dışta kalanlar Mihri Belli’nin başını çektiği daha sonra ikiye bölünen Milli Demokratik Devrim grubunu kurmuştu. Yazdıklarını okuyorum, yaptıklarına bakıyorum; bunun dediğini o yapıyor, onun dediğini bu yapıyor. Gel de çık, işin içinden. Öyle bir muhbirlik yapmadım gayet tabii.


O dönemde Doğu Perinçek de bu grubun bir parçası. Hatta onun tutarsızlığını eleştirmek için ‘Doğu çok izafi bir şey. Hep Doğu’ya gidersen batıya varırsın!’ diyorsunuz…
(Gülüyor). Doğuya gidersen batıya varırsın tabii; ama Doğu Perinçek’le gidersen hiçbir yere varamazsın!


O bir sorgulamanın da başladığı noktaydı, sanırım. O süreçte müzik nerede?
Hayatımı kazındırıyor. Ne salaklık yapıyordum ya! Kendi orkestramda kullandığım ses tesisatımı, gündüz götürüp kongreye götürüyorum, akşam söküp işyerime getiriyorum. O harap olsa, ekmek kapım da gidecek. Evet militan olmak iyi bir şey; ama insan biraz da mantığını kullanmalı.

Sizin orkestranızda kimler vardı o dönemde?
O dönemde orkestramdan, sonra müziğe devam edip de tanınan kimse yok. Profesyonel çalışıyorduk; ama herkes devam etmiyor ki… Bir tek onlar içinde Taner Tuncer… O da İşçi Partisi üyesiydi. O da İstanbul’a geldi. ŞAT Yapım’da bir süre beraber çalıştık. Dün-Bugün-Yarın’a gelmişti. Orada da Hurşit Yenigün gitar çalmıştı.


-Sezen Aksu’ya albüm yaptığınız dönem de o dönem miydi?
Sezen’in ne zaman çıktığını hatırlamıyorum, 76-77 olabilir. İlk müzikleri biz hazırladık, birlikte. Hurşit de o zaman bizimle çalışıyordu. Tabii, Sezen’in ilk LP’sindeki düzenlemelerin bir kısmını yapmıştır. Zaten böyle bir LP yapılacaksa 3 tanesini Atilla yapardı, 2 tanesini ben, 4 tanesini Hurşit yapardı.


-İstanbul’a dönüşünüzün ardından müzik yaşamınız nasıl bir seyir izledi?
Bir yıl tamamen köy öğretmenliği var. Dönüşümde Alpay, orkestrasını kuruyor. Onun gece kulübünde… Ondan sonra ben kendi orkestramı kuruyorum. Ankara’da Atilla ile çok yakınlaşmıştık. Birlikte çalışmaya karar vermiştik. Fakat Atilla kendi orkestrasına, İstanbul Gelişim’e beni basçı olarak aldıramadı. Çünkü Selçuk (Başar) ile çalışıyor. Uğur, onun kardeşi ve basçı. Bası da benden daha iyi çalıyor. Lalezar gece kulübü açılıyordu. Büyük Orkestra’ya bir sürü nota yazılması lazım, aranjman yapılması lazım. Yetişemiyorlardı. Ben İstanbul’a göç etmek niyetindeydim. Ankara’da müzik yapacak yer kalmamıştı. Ben de oraya maaşlı bir aranjör olarak, Egemen Bostancı’yla bir anlaşma yaptım. Lalezar’ın sahibiydi. Gönlü ganiydi ve hep güzel şeyler olsun istiyordu.       Büyük Orkestra’yı kurdu; ama kaldırmadı orayı. Dolayısıyla Büyük Orkestra, orada bir kış çalıştıktan sonra devam edemedi. Ayla Algan orada ilk defa şarkı söylemeye çıkacaktı ve şarkılarının aranje edilmesi lazımdı. Ben karı koca (Beklan Algan ile) ikisini, tiyatrodan tanıyorum. ‘Kadın’ konusunu içeren, birbiriyle bağlantılı şarkılar hazırladık. Teatral müzikal yaptık. O sene sonunda Büyük Orkestra dağıtıldığı vakit, Atilla ile kendi aramızda anlaşma yaptık. Dedik ki “Biz bu müziği, geceleyin yapmayı istemiyoruz.” O da istemiyor, ben de istemiyorum. Gündüz müzisyenliği nasıl yapılır? Plak sanayinin içine girilerek. O vakit, birimiz gece çalışmaya devam eder, diğerimiz gündüz devam eder, birbirimizi batmaktan kurtarırız diye düşündük. Dün-Bugün-Yarın’ı böyle kurduk. Yazın İzmir Fuarı’nda çalıştık. O esnada ilk prodüksiyonları hazırladık ve Melodi Plak’a sattık. Melodi Plak, bizi aranjör almayı düşünüyordu; ama maaş nedeniyle almaya çekiniyordu. Biraz kıyak da çekerek, destek amacıyla aldı. O prodüksiyonu, o zamanın parasıyla 10 bin liraya satmıştık. Bize çok güzel gelmişti.


-Dün-Bugün-Yarın’da kimler vardı?
İlk kurulduğunda davulda Cezmi Başeğmez vardı. Basta ben vardım. Atilla vardı. Perküsyonda Manolo Corrales vardı. Piyanoda, hala caz piyanisti olarak çalışan Tuna Ötenel vardı. Hurşit Yenigün de gitardaydı. Ama bir sezon çalıştık. Bu orkestra daha sonra stüdyo orkestrası olarak devam etti. O vakit, Dün-Bugün-Yarın, Milli Takım gibi bir şeydi; öyle düşün! İsim kalıyor, insanlar değişiyor. Temel kadroda, İstanbul Gelişim”in ve Dün-Bugün-Yarın’ın elemanları vardı. Davulda ya Cezmi ya da Asım Erken vardı. Basta ben kendim çalmak istemezdim. Onno var, Uğur var. Gitarda Selçuk var. Atilla kendisi çalışıyor. Kim Bunlar diye, enstrümantal bir plak yaptık. Çalanların çoğu, İstanbul Gelişim’dendi. Sonra kendi prodüksiyonlarımızı hazırlayıp, Melodi Plak’a satmaya başladık. Satış üzerinden yüzde alıyorduk. İlk götürdüğümüz şey de, başka bir şarkıcıya hazırladığımız Oy Anam Oy’du. Başka bir şarkıcıya söylettik bunu, başaramadı. Playback’in orasına, burasına takıyor. O senenin kopyasını yaptık. Arda da o zaman 4 yaşında, oğlum. Meraklı, bütün müzikleri dinliyorum. Ben o playback’in üzerine girdim, uyduruk laflar yazıp bıraktım. Bir, iki dakika sonra ezberledi. Niyetim ‘Bunu çocuk bile söyler, artık insaf edin’i göstermekti. Şaka maka derken, duygu sömürüsü yapan sözler yazmışım. ‘Bunu plak yapalım’ deyip, kabul ettirdik. ‘Arda Kardeş’  plağı… Arda Kardeş için, Doğan Kardeş dergisine ilan verecekler. Bir kıyamet de orada koptu. “Yahu, bu albüm büyükler için. Büyükler dinleyecek bu çocuğu. Hey dergisine reklam vermelisiniz.” Yeşil Giresunlu da prodüktör o zaman. Nino Varon, günün birinde Nilüfer’i aldı, getirdi. Onun şarkıları hazırlandı. Sadece bir tane çok kanallı stüdyo vardı (iki kanallı). O da rahmetli Kâmi Acim ve Sıtkı Acim’in stüdyolarındaydı. Kâmi Acim, teyplere elektronik bir şey yaparak, dinleme olanağı da sağlatmış. Böylelikle stereo olarak, iki kanallı yapılan şeyin birine yarı bir şey, diğerine de ötekisini dinleyerek ayrı bir şey kaydetme olanağı ilk kez oluyor orada. Eskiden bütün orkestra içeri girerdi. Birisi bir hata yapsa, bütün şarkıyı yok eder. Yeniden dön başa. Anlaşma yaptık. Haftanın iki günü stüdyo bizimdi. Bir iş getiremesek bile parasını ödeyecektik. Sonra üçe, dörde çıktı. Sonra piyasadakiler “Bunlar seni işgal ediyor. Sonra çekilirlerse ne olacaksın?” demişler. Sıtkı’nın kafası bozulmuştu. Dört kanallı teypler yeni çıkıyordu. Atilla Londra’ya gitti, dört kanallı teyp yeni çıkıyordu, dört kanallı teyp ve mikser alıp geldi. İlk dört kanal,bizde oldu. Sene, 1973.

Ve ŞAT’la çok önemli şarkılar, albümler yapıyorsunuz…
72’den sonra 79’un sonuna doğru… Odeon’un dışarıdan gelen birtakım işlerini yapıyorduk. Nilüfer… İkinci takım, 1 Numara takımıydı. Ali Kocatepe… Modern Folk Üçlüsü’ne, Nükhet Duru’ya, Bülent Ortaçgil’e yapmıştı. Mazhar Fuat Özkan’ın da çalışmalarını hazırladık. Füsun Önal’ın Senden Başka’sı, Oh Olsun’u orada çıkmıştı. Daha sonraları HOP Plak’ı kurduk. Ve 1975’ten itibaren kendi yapımlarımız HOP Plak’tan çıktı. ŞAT Yapım’ın çalışma alanı çok geniş olduğundan, bazısı kendi prodüksiyonumuz, bazısı ise sipariş üzerine yapılanlardı.


Mutfakta olduğu kadar, söz yazarı ve besteci olarak da güçlü bir Şanar Yurdatapan var…
Bilmiyorum valla. O dediğiniz kimse… Ben oradaydım evet. Kendi prodüksiyonlarımız içinde hiç beklemediğimiz ilgiyi gören, Esmeray’ın Unutama Beni’siydi. O zaman Nilüfer favoriydi ve Toplu İğne Şarkı Yarışması’nı onun kazanacağı tahmin ediliyordu. Bütün yarışmalara ‘altın’ denildiği için manevi etkisine vurgu yapmak için ‘toplu iğne’ denmişti. Biz yapmıştık, TRT yayınlamıştı. Büyük bir sürpriz oldu, Esmeray. Halk oylamasıyla oluyordu çünkü. Hiç beklemiyorduk.  


Hit olan şarkılarınız hangileriydi?
Zor sorular soruyorsunuz. Şarkıcı şarkıcı gidersek; Arda Kardeş ‘Oy Anam Oy’, sonra Füsun Önal gelir ‘Senden Başka, Oh Olsun’, sonra Nilüfer başlıyor ‘Dünya Dönüyor’, ondan sonra Cici Kızlar var ‘Delisin’ Melike var (bütün şarkıları).

Melike Demirağ’ın yeni sivrildiği dönemler…
Bir anda parladı. O sırada Yılmaz Güney’le filmler çeviriyordu. Arkadaş filmini ve müziklerini önce TRT yasakladı onu… Ondan sonra Yılmaz içeri girdi. Onun ne kadar yapacağı film varsa, hepsine müzik yaptık, ona destek olmak için. Ama film müziği yapılabilir bir şey değil. Yılmaz’a destek vermek için yaptık.


O sırada ilk evliliğiniz mi devam ediyor?
Hayır, ilk evliliğim 1971’te sona erdi. Melike’yle daha sonra evlendik. Tanışmıyorduk bile. Müzikleri hazırlamak üzere filmi seyrderken gördüm orada. Melike'yle 76'da evlendik.

Şanar Yurdatapan her ne kadar aktif siyasetten geri çekilmiş gibi görünse de politik alanda kurduğu ilişkileri de sağlam mı tuttu o süreçte?
Gayet tabii. Bir dünya görüşünüz var. Müzik de yapsanız, ona yansıyor. 74 senesi Kıbrıs'taki savaşın olduğu zamandır. İğrençti, Unkapanı'nın hali. Yunan düşmanlığı üzerine kurulu, iğrenç iğrenç şarkılar besteliyorlardı. O zaman Atilla da, ben de Müzisyenler Sendikası'nın üyesiydik. Bir şarkı hazırladık, 'Aslan Mehmedim'di adı. Yeşim söyledi. İlk meşhur olan şarkısı 'Olmaz Böyle Şey'. Plağın bir yüzüne de Aslan Mehmedim'i okudu. Orada çocuğunu Kıbrıs'a, savaşa yollamış bir annenin ağzından... Ama 'öldürdüğü düşmanına bile bakıp kahroluyor benim oğlum' anlamı çıkan bir şeydi. Anti militarist bir şarkıydı. İsimsiz Kahramanlar'da Füsun'un okuduğu bir şarkıydı. Onun sözlerini Çğdem Talu yazmıştı, sonra değiştirdik beraber ikimiz. Orada da Kıbrıs Savaşı'nı kastederek, 'Bu düşmanlığın bitmesi lazım' diyorduk. Kongrede böyle şoven şoven laflar ettiler. Biz de Atilla'yla söz alıp 'Bir sanatçının görevi geleceğe ışık tutmaktır. Unkapanı'ndan yükselen bu şoven seslerin bununla alakası yoktur' dedik, bir alkış koptu...Türk-İş'e bağlıydılar, sendika temsilcisi 'Onlar bizim öğretmenlerimizi, çocuklarımızı kahpece doğrarken...” der demez, ona da bir alkış koptu. Müzisyenler arasındakilerin çoğu radyoda çalışan memurlardı. Memurluk ruhu öyle bir şekilde siniyor ki insanın üzerine...

Sendikanın kaç üyesi vardı?
Hatırlamayacağım. İstanbul'da, Ankara'da ayrı sendika vardı. Sonra Ankara'daki sendika gelip İstanbul'dakinin üeyelerini arakladı. Ama ne sendikayla, ne sanatla ilgileri vardı.

Sizin dışınızda sendikaya üye ünlü isimler var mıydı?
Şerif Yüzbaşıoğlu çekip çevirmeye çalışıyordu. Bizi de o sokmuştu. Ama radyoya bağlanmış, kötü icralar yapan insan doluydu. Bizim gibi genç müzisyenlerin sevilmesinin bir nedeni de buydu. Ne şarkılar doğru dürüst, ne kayıt adam gibi. Devlet memurluğuyla sanat pek gitmiyor. Bakıyor Kıbrıs mı tutacak, hemen yapayım, göze göreyim diyor. Devran tersine dönüyor, bu sefer onu yapıyor.

79'da neden ŞAT'ı kapatma kararı aldınız?
Ticari olarak batacağımızı hissettik.

Albümler iyi satmıyor muydu?
Korsan almış yürümüştü. İşin acı tarafı, plakçılar korsanlıkla mücadele edeceğine, 45'lik yerine LP basmaya başladılar. Böylece de korsandan yararlanıyorlardı.Mantık şu: Bütün köşelerde kaset doldurma dükkanları vardı. Evinde radyonun yanına kağıt koyuyor. Beğendiği şarkıları kaydediyor. Liste tamam olduğu vakit, götürüp mahallesindeki kasetçiye veriyor. Kasetçi, plak satan dükkan aslında. Bir tane alıyor, plaktan. Satmak amacıyla değil, bunları doldurmak amacıyla. Plakçı ise başındaki belayla mücadele edeceğine, 'Ulan ben LP yaparsam, mecburen şu kadar kişi o LP'yi alacak. Ben yine paramı kazanacağım' diyor. Tabii en sonunda deniz bitiyor. Ama asıl neden, telif hakları için yapılan boykot. Biz daha önce TRT'yle Müzik Dairesi ve Denetim Kurulları yüzünden sıkı bir boykot yapmıştık, Müzik Derneği ve hafif müzikle uğraşanlar olarak. TRT yönetimi değişti, İsmail Cem'le oturduk, konuştuk. Denetim meselesini check edeceğine söz verdi, nispetene rahatlamalar getirdi, biz de boykotu bıraktık. Onun sonucu olarak da TRT, Hafif Müzik yarışmasını geldi, çekti. O vakit hep San Remo Müzik Festivali izlenirdi. Eurovizyon daha başlamamıştı. 'Biz boykotu bırakalım, siz de gelip şarkı yarışmasını çekin' denmişti, TRT'ye. O boykot sırasında bayağı zedelenmiştik. Bizim müziklerimiz, Gencebay'ın müzikleri gibi tezgahtan satmıyor. TRT'de yayınlacak ki, insanlar gidip alsınlar.

Eğer bu boykot, TRT'yi pazarlık masasına oturtacak kadar güçlü idiyse, sanatçılar arasındaki birlik de dikkate değer...
Tabii, siz kuvvetlendikçe, sizle beraber hareket eden insan sayısı artıyor. Ailenin iç kurallarına göre hareket ediliyor. Herkes birbirinin kayıtlarına girip vokal yapıypr. Hiç öyle 'Ben assolistim' diye bir şey yok. Antalya Belediyesi, mahalle konserleri yaptı. Her akşam iki, üç ekip, cereyan çekilmiş romörklerle gecekondu mahallelerine gidiyorlardı. Nilüfer, Cici Kızlar gibi taze taze sevilen kişiler gidiyorlardı. Şimdi böyle bir aile ortamı olunca herkes birbirine destek oluyordu. Telif haklarıyla ilgili, radyodaki sanatçılar, toplu iş sözleşmesi için masaya oturuyorlar; ama grev hakları olmadığı için yapacakları hiçbir şey yok. Sonra biri akıl ediyor. 'Ya bizim çaldığımız parçalar, ya kendi bestelerimiz ya da arkadaşlarımızın bestesi. Biz besteleri yasakalmayı koz olarak kullanabiliriz, pazarlık yaparken' diye. Bizi de çağırdılar: 'Siz de katılın'. Ama bu adamlara güvenemezsin. Asıl amaçları, telif hakları değil ki, maaşlarına zam almak, bizi kullanmak. Bunlar bunu aldığı vakit, bizi yüzüstü bırakırlar. Peki ama bir de şu var: Bunu Batı müziğiyle uğraşanlar olarak biş başlatsak, onlar hiçbir zaman gelmez. 'Kontratım var' der. Biz şimdi onun yanına gidersek, Batı ve Türk müziği birleşmiş olur, bu bir şanstır. Ama büyük de riskli bir iş. Kabul ettik riski, mağlup olduk. Hakikaten korktuğumuz gibi oldu. Aldılar istediklerini, bıraktılar boykotu. Biz ortada kaldık. Biz başkasına stüdyomuzu kiraya veriyorduk. Kiralamaya gelenden kağıt istiyorduk: Bu yaptığın işi TRT'de kullanmayacağını tahahhüt edeceksin. Yoksa kiralamıyorduk. Çünkü biliyoruz, medyada her zaman için saldıracak birileri bulunuyor. Bu işlerden hoşlanmayan Unkapanı'ndakiler, gazetecilere aleyhte yazılar yazdırıyorlar.

Kimlerdi onlar?
Ajda Pekkan'ı da alarak Yaşar Kekeva, birinci boykot zamanında basbayağı birinci boykotun içine edecek yazılar çıkartırdı Günaydın gazetesinde. Yıllar sonra onları yazan adam, Tevfik Yener benden özür diledi. O zaman 'TRT'yi size yedirmeyeceğiz' dedi. Biz TRT'yi yemeğe değil, Denetim Kurulu kalksın diye uğraşıyoruz. Arkada müthiş politik amaçlar vardı. Mesela buzki kullanamazsın katiyyen.

Yunan propagandası yapılıyor diye mi?
Evet.

Ergüder Yoldaş'ın da 'İlyada' şarkısı Eurovizyon'da Türkiye'yi temsil etmek üzere seçilmesine rağmen, aynı sebeple engellenmişti.
Onlar benim olmadığım senelerdi. Ondan sonra çok büyük yara aldık. Stüdyo müşterilerimiz gittiler, başka yerlerle çalışmaya başladılar. TRT'ye çıkmaları gerekiyordu, çünkü. Biz de böyle gitmeyeceğini anlayıp, ŞAT'ı kapatmaya karar verdik. 79'un sonlarıydı...

Hemen ertesi yıl, şarkınız 'Petrol' Eurovizyon'da finale kalıyor. Siz ödül töreninde bile tepkinizi sergilemekten çekinmiyorsunuz...
Niye çekineyim ki? Birinci olmasaydım, o işi yapamazdım. Oraya gitmek bile istemiyordum. Birinci olursam, canlı yayında o şansımı kullanmak istiyordum. TRT'de müthiş bir politik kıyım vardı, o vakit. Solcu bilinen kim varsa sürüyorlardı. Adamı Antalya'ya, eşini Kars'a sürüyorlardı. Nedense, 'Bu şarkının sözlerini değiştir' diye bir teklif geldi, Atilla'ya. O sene beş besteciye, “Ajda'ya göre beste yap” dediler. İki sene önce müthiş bir petrol krizi yaşanmış, felaket halde. İzleri tazeydi. Matrak bir şeyler yapalım derken; duyuldu bu. Gazeteciler gelmeye başladı. Atilla “Bu benim işim. Sen burnunu sokma. Kavga edersin şimdi.” dedi. Ben de “Peki” dedim. Gazetecilerin karşısına çıkmadım. Ta ki törene kadar. Birinci olursam, ne yapacağımı hazırlamıştım. Kibarca önce teşekkür ettim. “Şarkının sözlerini değiştir diye çok baskı yapıldı. Ben de değiştirmedim. Baskıyı yapanların başında da TRT Genel Müdürü geliyordu. Şimdi bunu bana yollamış. Ben bunu almamayı tercih ediyorum.” deyip yürüdüm gittim. En sonunda salondan çıkamadım. Salonun kapısında duran memur “Ağzını öpeyim abi. Helal olsun.” dedi. “Sağol, sen beni bırak da gideyim” deyince; “Abi kimseyi bırakamam. İşimden olurum.” cevabı verdi. Tabii bitince yayın, gazetecilere yakalandık.

Atilla Özdemiroğlu ne dedi bu tavrınıza?
Bozuldu (Gülüyor). Ona da söylememiştim. Bu, eylem bireysel bir şeymiş gibi algılandı; ama sol taraf, bundna müthiş mutlu oldu. Ertesi gün sabah sabah Aziz Nesin telefon açtı: “Biz sana destek vermiyoruz; ama sendika olarak kurulduk. Kanunumuz gereği üyemiz olan birini koruyabiliriz. Üyemiz olur musun?” O gün Yazarlar Sendikası'na üye yapıldım.

Türkiye'den ayrılışınızla arasında ne kadar bir süre var?
79'un son günleriydi, bu yaşananlar. Çünkü Şubat'ta Hollanda'da Eurovizyon'un finali vardı. Oraya da gittik. Daha sonra 12 Eylül geldi.
 
Darbenin geldiğini 24 Ocak Kararları'yla mı anladınız?
24 Ocak Kararları, zorbalık olmadan hayata geçirilecek bir şey değildi. Sendikalar grev yaparlar, hayat felç olur, biter. O kararları uygulayamazsın. Sendikaları yok etmen lazım ki, uygulayabilesin. Onun için artık kesindi, bu kararların sonu darbe olacaktı. Arada 8 ay var.

Eylül'de mi yurtdışına çıktınız?
2 Eylül'de çıktım. 12 Eylül'ün ne zaman geleceğini bilmiyoruz tabii. Ben de 'Melike için bir konser turnesi ayarlayayım da, biraz para kazanalım. Kimseye muhtaç olmayalım ilk zamanlar' diye 2 Eylül'de çıktık. 10 gün sonra Berlin'de haber aldık. Hudutlar açıldı, Melik çocuğumuzu kaptı, geldi. Ondan sonra kaldık orada, 12 sene.

Gitmeyip kalsaydınız, ne olurdu?
Şimdi görüyorum ki, kalsaydım hiçbir şey olmazmış. Ama tabii; birincisi, nasıl geleceğinizi bilemiyorsunuz. Endonezya örneği de var. Katledildiği şekliyle de gelebiliyor, böyle bir darbe. Öyle tahmin ediyorduk nitekim, “Bizim sivillerle işimiz yok. Silahlı insanlar muhatabımız.” diyeceklerdi ve öyle başladı, nitekim. Her şeyin canına okudular. En azından, 71'de çektiğim acıyı bir kere daha yaşayacaktım. Yaşamamaya kararlıydım artık. Yurtdışında Yunanlıların yaptıkları bir örnek vardı. Kendi cuntalarına karşı Avrupa'da direnişleri... Benzer bir şekilde biz de çalışmalıyız, dedik. Gıkımı çıkarmaya niyetliydim, çıkardım.

Vatandaşlıktan neden çıkarıldınız?
1981'in Ocak ayında Kıbrıs'ta, Lefkoşa Film Kulübü, Türk-Yunan-Kıbrıs Film Festivali'ni düzenledi. Davet geldi. Türk filmi bulmakta zorluk çekiyorlar. 'Sürü' filminin ise Avrupa'ya dağıtımı yapılıyor, İsviçre'den. Filmi bulmuşlar, başoyuncusu Melike'ye ulaştılar Almanya'dan. Davet ettiler. Pis bir propagandaya alet olmayalım diye Yunanistan'daki arkadaşlardan sorduk. Bize “Onlar hakikaten dürüst kimselerdir. Nicos Samson'a (Kıbrıs'taki darbeyi yapan faşist general) karşı savaştılar onlar.” dediler. Hakikaten öyleydi. Gittik. Hiçbir şey olmadı. Filmler gösterildi. Açılış konuşmasını benden istediler. Ben de yuvarlak laflar ettim. Çünkü sivri laflar edersem, Türkiye'den çıkmaya hazırlanan arkadaşlarımın önünü keserler, çıkartmazlar diye endişe ettim. Ertesi gün Hürriyet'in birinci sayfasında 'Şanar Yurdatapan-Melike Demirağ, Türkiye aleyhinde propaganda yaptılar' diye verdi. İki, üç gün sonra da cunta, beş sanatçı için çağrıda bulundu

Ahmet Kaya gibi 'Hürriyet mağduru' oldunuz yani!
Tabii canım.
Sizin dışınızdaki üç sanatçı kimdi?
Sema Poyraz, Almanya'da yaşayan bir Türk sinemacıydı. Onun da Şirin'in Düğünü diye bir filmi vardı. Şirin adında bir Türk kızla, bir Yunan'ın birbirine olan sevgisini anlatıyordu. Hoş bir filmdi. O da onun için oradaydı. Biz üçümüz; ayrıca Cem Karaca ve Selda (Bağcan). Cem ve Selda da, yıllar önce turne esnasında 1 Mayıs'ta Münih'telermiş. Oradaki 1 Mayıs da evlere şenliktir. Strauss adında faşiste yakın bir başbakan vardı ve o tok sesiyle başlatırdı, etkinlikleri. Hafta Sonu diye bir gazete vardı. Orada o ikisinin fotoğrafını görüyorlar. Onları da o sebeple vatandaşlıktan çıkarıyorlar. Tabii gözdağı vermek istiyorlardı. 'Kafanızı kırarım sizin ha!' diye. Selda zaten Türkiye'deydi. Gidip “Ben yurtdışında değilim. Pasaportum giriş-çıkışlarım da burada.” deyince onun hakkındaki işlem düştü. Cem, Almanya'daydı, kaldı. Biz de Almanya'daydık.

Cem Karaca ile bir bağınız var mıydı?
Vardı; ama bir süre sonra artık Türkiye'deki rejim aleyhine artık hiçbir şey yapmamaya başladı. Koptuk. Hiçbir şey yapmadı. Nitekim önce o bizi Berlin'e çağırdı. Berlin Film Festivali vardı. Ertesi gün de Frankfurt'ta bir gösteri vardı. Her ikisine de beraber gidecektik. Biz Berlin'e gittik, Cem gelmedi. Frankfurt'a gittik, orada da yok. Sonra bizim eve geldi. Bir hafta sonu, bol alkol alarak iki gün konuştuk; ama bir yere varamadık.

Niye gelmemiş?
“Benim çocuklarım var” diyordu. “Benim de var.” dedim. “Ben yurdumu çok seviyorum.” dedi. “Biz de seviyoruz.” dedim. “Annem var yaşlı.” dedi. “Benim de var.” dedim. Böyle dönüyor... Türkiye'ye gidememek ve Türkiye'den kopmak, onu çok tedirgin etti. Ondan sonra artık ne mitinglere katıldı, ne eylemlere... Siyasi bir şey yapmadı.

Ne kadar süre 'vatansız' kaldınız?
92'ye kadar.


Dönme kararını nasıl verdiniz?
91 sonunda seçim yapıldı. Seçimden SHP ve DYP koalisyonu çıktı. Onların birtakım vaatleri vardı. Yurttaşlıktan atılanların sorununan çözüm getirecekleri, koalisyon protokolünde vardı. Sözlerini tuttular hakikaten. Önce Bakanlar Kurulu'na başvuracakmışız, durumumuz orada görüşülecekmiş gibi bir şey söylediler. Biz örgütlüydük. Yaklaşık 400'e yakın kişi... Fakslarla yazışıyorduk. Hemen aramızda anlaştık: “Hayır bunu kabul etmiyoruz. Biz dilekçe vererek mi yurttaşlıktan çıktık. Dilekçe vererek girelim! Devlet bir halt ettiyse, yaptığını düzeltsin!” Hiçbirimiz başvurmayacağımızı söyleyince düzelttiler. Bize “Siz yurttaşlıktan atılmadınız. Yurttaşlığınız dondurulmuştu.” dediler. Bu kelimenin hukuken hiçbir anlamı yok. Hiçbir kanunda böyle bir şey yok.


12 yıl sonra döndüğünüzde?...
Her şeyi gazetelerden takip ediyorduk; ama çok değişmişti.


Özal döneminde dönmeyi düşünmediniz mi?
Tam tersine... Cem'e “Yapma. Bir tek sen gideceksin. Hiçbir şey değişmeyecek. Yakışmaz bu, yapma.” dedik.


Size ne dedi?
Artık telefonlarıma çıkmıyordu, zaten. Döndükten sonra bana açık mektup yolladım, döndükten sonra. O mektupta “Ülkene kavuşuyorsun; ama Türkiye’de hiçbir şey değişmedi. Senin sayende bir gösteri yapılıyor, Türkiye demokratikleşiyor, deniyor. Evet, sen Türkiye’ye kavuştun; ama Türkiye, Cem Karaca’ya mı kavuştu?” anlamında bir şeydi. Almanya’da Köln Radyosu –ki her tarafta dinlenir- hemen bunu “Türkiye demokratikleşiyor” diye yaymaya başladı. Kıyameti kopardık, “Ya burada kaç kişi var. Dursun Akçam şurada, Fakir Baykurt burada…” Kapı sadece Cem Karaca’ya açılıyor. 80 Anayasası olduğu gibi duruyor.


1992’de Türkiye’ye geldiğinizde, tekrar müziğe dönmeyi düşündünüz mü?
Gayet tabii. Tekrar müziğe döneceğimi zannediyordum. Hatta gidip Kültür Bakanlığı’ndan izin alıp yapımcı firma belgesi aldım; ama müzik piyasasıyla uyuşamadık. Karşılıklı olarak iteledik, birbirimizi. Normalinde bir radyo-televizyon, saatlerini doldurduğu müzikler için para öder. Bir insanı çıkarmak için ona da para öder. Korsan televizyon kanalları Star, arkadan Kral TV kuruldu. Anaa resmen adamlar tarife veriyorlardı. “Şu kadar para verirsen, senin şarkını şu kadar listede tutarız” diye… Tam tersine dönmüş, iş. Müziğin sırtından para kazanıyor, bir de senden para istiyor. Buna karşı mücadele eden mesleki kuruluş da yoktu. Yıllar sonra Sanatta Sansüre Son oluşumunu başaramadık. Uluslararası bir fırsattı. O esnada ilan bile edildi. Bu uluslar arası olanak geldi elimize; ama baktım herkes gitti; bir tek benim üzerime kaldı. Başaramadık.


Atilla Özdemiroğlu yeni dönem müziğinin içinde kısmen de olsa yer aldı. Onunla görüşmeleriniz olmadı mı?
Görüştük; ama Atilla da çekilmiş, kendi evinden yapıyordu müziğini.


Bu kadar bedel ödemiş bir insan olarak 12 Eylül’deki referandum süreci için ne düşünüyorsunuz?
12 Eylül’ün yargılanması, bu referandumun sadece bir parçası. Aslında bu referandumun sunulmasının en önemli maddeleri, yargıyla ilgili olanlar. Devletin üç tane birbirini dengeleyen gücü olmalı. Hiçbiri diğerini hâkimiyet altına almamalı. 1960’ı getiren nedenler, DP’nin seçimle geldiği halde Tahkikat Komisyonları kurarak, istediğimi yaparım demesi gibi bir durumdu ve denetleyecek hiçbir şey yoktu. Bunu engellemek için Anayasa Mahkemesi kurulmuştu. Sonradan, devlet dediğimiz oligarşi içindeki yargı, kendi düdüğünü öttürmeye başladı. 367 Kararı’nın ne hukukla, ne akılla en ufak ilişkisi yok. Anayasa Mahkemesi’nin işi anayasa yapmak mı? Hayır, değil. Yapılmış olanın, anayasaya aykırı mı, uygun mu olduğuna karar vermek. Ama o usulden incelemek yerine esastan inceleyip, ‘Ben yaptım oldu’ diyor. “Böyle şey olmaz” deyince de, “Sen AKP’nin diktatörlüğünü mü istiyorsun?” diyorsun. Bir kere Anayasa’nın baştan değişmesi şart! Anayasanın hepsini değiştirmek istediler; ama yapamayacaklarını gördüler. Hangi adımı atsalar, yargı önlerine çıkıyor. Daha önce askerdi. Askerin sesi çıkamaz hale geldi, rezillikleri ortaya çıktıktan sonra. Şimdi devlet dediğimiz oligarşinin koruyuculuğu yargıya düştü. Bu anayasada yapılan değişiklikler bu yönde. Yalnız şirin göstermek için onları da memnun edecek başka maddeler koydular içerisine. Kendim okudum, sapla saman aynı paketin içinde. En azından sandığa gittiğimizde maddeler gruplanabilirdi. Tek cümleye sığdıracaksan; “yetersiz ama gayet tabii evet”. Küçük Millet Meclisi olarak, referandum geçerse, gündelik hayatımıza ne tür değişiklikler getirecek, bunun çalışmasını yapıyoruz. Biz de 30 kadar ilde toplantılarımıza katılan STK temsilcilerine tek tek maddeyi anketle değerlendirteceğiz. 8 Eylül günü büyük bir basın toplantısıyla açıklayacağız sonuçları.  

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder